İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN’A DAİR

Bu yazıda okuyacaklarınız, kitabı okurken zihnimden geçenlerden fazlası değildir. Kısacık kişisel tarihine dikkate değer bir tecrübe sığdıramamış, içinden geçerken zorlanacağı büyük bir acı yaşamamış, dünyayla ilişkisinde oldukça acemi olan biri olarak; uzun yıllar önce yazılmış, birçok kişi tarafından defalarca okunmuş, hakkında düşünülmüş ve yazılmış bu kitabı yorumlamaya yetecek değerde bilgilere sahip olmadığımı düşünüyorum.

Öncelikle kitabın benim için en önemli özelliği, ‘İçimizdeki Şeytan’ başlığı nedeniyle bende çetrefilli olaylarla, entrikalarla dolu bir içerik beklentisi oluşturmuşken, beni aksine sade, süssüz ve basit diyebileceğim bir olay örgüsüyle karşılaştırmasıdır. Olay örgüsündeki sadelik kitabın anlam zenginliğinden hiçbir şey kaybettirmiyor, Sabahattin Ali tıpkı şiirlerinde olduğu gibi az ama öz, nicelikte belki basit ama nitelik olarak derin anlatımıyla sarıyor bizi. Psikoloji kitaplarının sayfalarca anlatmaya çabaladığı bir kuramı, yazar hayatın içinden birkaç cümleyle öğretiyor insana. Basit bir örnekle; kişinin cezalandırılmaya ilişkin korkusu, bu korkunun sebep olduğu kendi kendini güvenli şekilde cezalandırma eğilimi, temeli otokastrasyona dayandırılarak uzun uzun anlatılabilir. Oysa gerek yoktur buna. Sabahattin Ali, Ömer’in gözünden şöyle özetlemiştir durumu:

“Çocukluğundan beri etrafında duyduğu sözler, gördüğü insanlar onda neşe ve saadetten korkmak, bunların şeamet getirici bir şey olduğuna inanmak itiyadını yaratmıştı. ‘Çok gülmenin arkası ağlamaktır!’ gibi sözler sarsılmaz kanaatler halinde ruhuna yerleşmişti. Herhangi bir memnun edici hadise, ilk sevinç ihtizazları geçer geçmez, sebepsiz bir korku ve hüzün yaratıyor ve Ömer ancak birtakım gülünç hilelerle bundan kurtulmaya çabalıyordu.”

Kitapla ilgili değinmek istediğim diğer bir konu ise karakterler. Kişiler zihnimde gayriihtiyari şöyle bir ayrıma maruz kalıyor:

1. İçindeki şeytanın emrinde yaşayanlar,

2. İçindeki şeytanın buyruklarına direnmeye çalışanlar,

3. İçindeki şeytanı muhatap almayanlar. 

İlk grubun üyeleri (Nihat vb.) hakkında bir şeyler söylememin gerekli olduğunu sanmıyorum, dünya böyle insanların yükünü geçmişte olduğu gibi bugün de taşıyor.

Aslında bugünün insanını en çok içindeki şeytana direnmeye çalışanlar grubuna aitlermiş gibi algılıyorum. Hepimiz Ömer’e bir yönümüzle benziyoruz; zayıflığımızla, tembelliğimizle, güçsüz irademizle hepimiz ondan bir parça taşıyoruz sanki içimizde. Ahmet Murat’ın dizeleri geçiyor zihnimden bunu düşünürken;

Sesimiz ulaşmaz şükür koca Tanrı’dan gayrıya 

 Zırnık biziz, halt biziz, biziz hiç.”

Zihnimin en çok üzerinde durduğu üçüncü grup oldu. İçindeki şeytanı muhatap almayanlar; Macide ve Bedri.

Ömer’in kendinde bulamadığı yüce duyguların, iradenin Macide’de var olduğunu düşünmesi, bana Sabahattin Ali’nin de Ömer ile aynı fikri paylaşıp paylaşmadığını sorgulattı. Yazarın okuduğum kitaplarında zihnî yapısı güçlü bir kadına rastlamayışım bu soruyu güçlendiriyor. Gerçekten iradesi, dürüstlüğü, şeffaflığı ile ideal bir kadın modeli mi sunmak istemişti, yoksa yaşadığı dönemdeki kadınların durumu mu anlatmak istemişti? 

Babasının, eniştesinin, akrabasının, Ömer’in, Bedri’nin kısaca hep bir erkeğin himayesine ihtiyaç duyan bir kadının iradesinin, içinde bulunduğu duruma ayak uydurabilmek için geliştirdiği bir refleks olduğunu düşünüyorum. Suskunluğu, sabrı ve kendi halinde olması ile gerçek hayatta yabancısı olmadığımız bir karakter Macide. Bu açıdan Bedri’den daha gerçek. Söz konusu Macide iken insan Sabahattin Ali’nin ‘Kara Yazı’ şiirini Macide ile ilişkilendirmeden edemiyor. Şiirin

“Geçmedi yâre sözümüz

  Yollarda kaldı gözümüz

  Yere sürüldü yüzümüz

  Böyleymiş karayazımız.

  …

  Yalnız ona yar demiştik

  Onda bir şey var demiştik

  O bizi anlar demiştik

  Böyleymiş kara yazımız.”

dizeleri (yazarın şiiri bu romandan önce mi sonra mı yazdığı bilgisinden bağımsız olarak) Macide’nin kaleminden Ömer için dökülmüş hissi uyandırıyor bende. 

Son olarak Bedri ile ilgili birkaç şeyden bahsederek yazımı tamamlamak istiyorum. Bana göre kitabın en hayalî karakteridir Bedri. Anna Karenina romanındaki Levin karakterini anımsatıyor olsa da, Levin kadar güçlü ve gerçekçi bir karakter değil. Belki hem yazar hem okuyucu için yalnızca bir avuntu. Sabahattin Ali beki de kendisini rahatsız eden dünya karşısında Bedri karakterine tutunmuştur. İyi insanların varlığına ilişkin ümidini yine Bedri’nin ağzından şöyle dile getirmiştir:

“Bereket versin herkes böyle değil… Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez…” 

İyilerden olabilmek umuduyla…

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir