AFRİKA’NIN İNCİSİNDE İKİ HAFTA

IV. YAZI

“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim elimizde, topraklarımız ise beyazların.”

Kenya’nın Kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyatta

Afrika’nın Genel Durumu

Afrika, mağdur, mazlum, mustarip insanların hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bir kıta olarak yer etmiş akıllarımızda. Gerçek durum da bundan farklı değil aslında. Günümüzde dünya çeşitli olumlu olumsuz hadiselere tanık olurken bu kıtanın sakinleri, temel ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayabiliriz derdini taşıyarak yaşamlarını devam ettiriyorlar.

Afrika denilince aklımıza daha çok Batı’nın Afrika’ya dair oluşturduğu izlenimler, nitelemeler, doğru olup olmadığını araştırmadan tartışmasız kabul ettiğimiz bilgiler geliyor. Sürekli kullandığımız “Kara Kıta” tabiri de, tıpkı “Orta Doğu” tabiri gibi Batı eksenli bir okumanın ürünü diye düşünüyorum. Ne kadar “kara kıtanın kara bahtlı insanları” denilse de pırıl pırıl yüreğe sahipler. Gözlerinden o pırıltıyı görebilmeniz mümkün.

“Sahra Altı” denilen 49 Afrika ülkesinde yaklaşık 1 milyar insan yaşıyor yani dünyanın yedide biri. Burada yaşayan insanların yarısı günde bir dolar ile yaşamaya çalışıyor. Bu bölge dünya nüfusunun %20’sini barındırırken, dünya gelirinin %1’ini bile elde edemiyor. Fakat dünya nüfusunun %10’unu barındıran G-5 ülkeleri (ABD, Japonya, Fransa, Almanya ve İngiltere) ise dünya gelirinin %60’ını elinde bulunduruyor. Afrika’da her on saniyede bir çocuk yetersiz beslenme ve önlenebilir hastalıktan hayatını kaybediyor. Her yıl sıtmadan kaynaklanan 300 milyon klinik vaka ve bu vakalarda 1,5 ila 2,7 milyon arası ölüm meydana geliyor. Bunların da %90’ını 5 yaş altı çocuklar oluşturuyor. Dünyadaki sıtma vakalarının %90’ı Afrika’da görülüyor. İlaç ve uygun yaşam koşulları sağlandığı takdirde tedavi edilebilecek hastalıklar yüzünden her yıl milyonlarca kişi hayatını kaybediyor. Birinin kaderi ötekinden farklı değil maalesef. Ülkeleri, dilleri ve kabileleri farklı olsa da siyah insanların yaşam biçimleri, algıları, kültürleri, sorunları hatta kaderleri bile birbirine benzemekte.

Afrika’da özellikle köylerde, çok ayakkabısız insan var. Artık öyle olmuş ki, nasırlaşan ayak tabanları ayakkabı haline gelmiş. Yine üzerinde eskimiş, yırtık elbiseli çok insan var. Bulduğu büyük eski bir gömlek veya tişörtü hem elbise hem pantolon niyetine giyen çok çocuk var. Burada elbise çürümeden atılmıyor. Bunca yoksulluğa rağmen yüzler yine de gülüyor. Bu hayatı kabullenmişler. Sahip oldukları hayatın dışını pek düşünemiyorlar. Düşünseler de yapacak bir şey yok. Ülkelerinin zenginlik kaynaklarının kendilerinin olduğunu anlayamıyorlar. Misyonerlerin getirdikleri göstermelik yardımlara, bize yardım ediyorlar diye bakıyorlar. Hâlâ birçok Afrika ülkesi Batı’dan hibe almakta. Gariptir, bunca şeye rağmen bir de üstüne Afrika’yı Müslüman Arapların sömürdüğüne inanıyorlar. Hatta üniversite mezunu olan kimseler bile bu safsataya inanır hâle gelmiş. Yani anlayacağınız Batılıların, “kendileri işleyip suçu başkasına atma politikası” tıkır tıkır işliyor.

Uganda Halkının Genel Durumu

Eskiden kölelik ve sömürgecilik varmış. Günümüzdeki durum eskiden farklı değil maalesef. Köleliğin ismi ve şekli değişmiş sadece. İthalat-ihracat, basın-yayın hâlâ onların yahut onların takdir ettikleri kişilerin ellerinde. Bir örnek vermek gerekirse, Afrika insanı o yanıcı sıcakta kavrularak, yarı aç yarı tok çiçek bahçelerinde çalışıyor. Aldığı ücretse yalnızca 50$. Oysa bir buket çiçeğin fiyatı zaten 50$. Düşünün bir öğretmenin maaşı, Uganda’da 50 ila 150$ arasında değişiyor. Doktor maaşı takribi 200-300$. SENA Vakfı koordinatörü Hüseyin Belet Ağabey anlatmıştı. Uganda’nın birçok şehrinin köylerine kadar gitmişler. Orada köylü gelip durumu iyi olana, “Ben burada çalışayım, yalnızca karnımı doyursan da yeter.” diyormuş. O bir öğün yemekle gününü geçiştirecek. Uganda ve Afrika’da dert, günü kurtarma derdi. Yarınsa Allah kerim…

Bu durumun tam tersi manzaralar da var elbette. Başkent ve benzeri büyük şehirlerde lüks araçlara binen, villalarda yaşayan vatandaşlar da var. Ama maalesef dünya genelinde olduğu gibi, buranın zengini de fakirini düşünmüyor. Merhamet duygusu çok zayıf. Sosyal yardımlaşma gelişmemiş. Orta sınıf diyebileceğimiz, kendi yağında kavrulan kesim yok denecek kadar az. Zenginlik maksimum %10’luk bir kesimin elinde bulunmakta, onun da çoğu yüksek idareci veya yabancı. İthalat ve ihracatın %80’i yabancıların elinde. Yine Hüseyin Ağabey anlatmıştı. Kayserili bir iş adamı Burkina Faso’ya pamuk almaya gitmiş. Tonuna 2000$ verebileceği Burkina Faso’nun kaliteli ham pamuğunun tamamını hatta işlenmişinin bile tonunu 900$’dan kapatmış Fransızlar. Araya hatırlı kimseler koymuşlar, tüccarı ayarlamışlar ama yine de nafile. Bir gizli güç engel olmuş almalarına. Bu örnekte de olduğu gibi, ticarete tekelleşme, kartelleşme hâkim.

Müslümanlar bilinçli olarak fakir kılınmış. Ekonomik güçleri yok. Siyasi güçleri zayıf. Müslümanlar devlet dairelerinde yüksek makamlara gelemiyorlar. Yüksek kademelere ulaşması gereken başarılı Müslüman idareciler, politikacılar yahut ülkesi için kıymet arz eden Müslüman kimseler bir şekilde engelleniyor. Hristiyanlık bilinçli olarak “üst kimlik” haline getirilmiş. Cazip gösterilmeye çalışılıyor. Batılılar zeki öğrencileri tespit edip kendi misyonu ile Avrupa’da, Amerika’da okutmuşlar, okutuyorlar. Bu okuttukları insanları kullanarak, kandırarak, tüm imkânlarını önlerine seferber ederek devletleri kontrol ediyorlar.

Batılıların yaptığı sömürüyü, zulmü, gaddarlığı, hırsızlığı Afrika’nın kalbi, siyah öfke, Senegalli şair-yönetmen Ousmane Sembène (Usman Semben) 1997 yılı “İngiliz Kraliyet Ailesi Özel Onur Ödülü” gecesinde kraliçenin gözlerinin içine bakarak kendi dilinde yaptığı ödül konuşmasında şu şekilde anlatıyor:

“Sayın baylar ve bayanlar,

Konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim.

Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahibi olduğunuz sistem içinde sizin tarafınızdan payelendiriliyorum. Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır. Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler.

İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise, bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.

İngilizlerin dinini, dilini öğrendik. Uzak dünyadan gelen bu yeni dil ve din bizi hep çalışmak zorunda kalan itaatkâr köleler yaptı. Özgürlük için her karşı geldiğimizde, bizi birbirimizle savaşmak için ikna ettiler ve silah verdiler.

İngilizler gelmeden önce topraklarımızda sadece kavga vardı. İngilizlerin kutsal dini bizim kavgacılığımızı kullandı, evlatlarımızı savaşçı yaptı. Hem de sadece kendi kardeşleriyle savaşan, dünyayı İngiliz dilinden ve İncil’den ibaret sanan vahşi savaşçılar.

Hastalıklar yaydılar. Ne olduğunu bilmediğimiz içeceklerle bizleri hasta ve zayıf yaptılar. Atalarımızı zincirleyerek büyük şehirlerine köle olarak götürdüler. O büyük binaları, caddeleri, tünelleri ve kiliseleri insan etinin üzerine inşa ettiler.

Kendilerini temizlemek için sanatçılarına, fikir adamlarına sadece kendilerini kapsayan insan tariflerini yaptırdılar. Her çeşit yiyeceklerin büyüdüğü topraklarımıza ilaçlar döktüler. Toprağın altındaki yanıcı siyah cehennem kanı için bizleri öldürdüler.

Büyük acılar ve ölümcül işkenceler ördüler. Her gelen gemiden kıyılarımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı. İlk gelenler zulüm ettiler, arkasından gelen arkadaşları zulmü durdurma vaadiyle bizleri ele geçirdiler. Bugün gelenler de aynı sistemle hâlâ işgale devam etmekteler.

Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü doktorlarınızı istemiyoruz.  

Emperyalist sisteminizde geri dönüşüm ekonomisiyle aslında sömürü olan yiyecek yardımlarınızı kabul etmiyoruz.

Birbirimizi anlamamızı zorlaştıran, şarkılarımızı ve masallarımızı unutturan fakir dilinizi reddediyoruz.

Çağdaş dünya daveti içindeki, bizi zorla şekillendiren yüzeysel sanat kuramlarınıza karşı çıkıyoruz.

Afrikalı olarak doğduğumuzu ilan ediyor ve Afrikalı ölmek için de bütün Avrupa’yı topraklarımızdan kovuyoruz.

Birbirimizi öldürelim diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı,

Felsefe adına önümüze sürdüğünüz Batının sığ kafalı laflarını,

Hukuk adına yaptığınız bütün şovenistliklerinizi,

Ve sanat diye dayattığınız bütün estetik öğretilerinizi,

Afrika topraklarından silene kadar Afrika sizinle savaşacaktır.

Siz kabul etmesiniz de bir Afrikalı en az dünyanın herhangi bir yerindeki bir Batılı kadar onurludur.

İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur.”

Bu muhteşem konuşmasını muhteşem bir hareketle taçlandırır. Ödülü almadan salonu terk eder.

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir