BARDAKLAR VE ÇAY KAŞIKLARI
Fotoğrafı iç cebine geri koydu. Kimse görsün istemedi. Yıllar önce yitip gitmiş bazı duygulara karşı bir özlem veya nefret duymak dahi istemiyordu. Çocuklar oynuyordu önünde, arkalarından anneleri evlatlarını kollayarak geliyordu. Banka sırtını yaslayıp montunun yakalarını kaldırdı ve kendi içine gömüldü. Yavaş yavaş şehrin en güzel ışıkları yanmaya başladı. Bu saatlerde bu ışıkları izlemek hep hoşuna gitmişti; işinden eve yeni gelenlerin açtığı ışıkları. Düşlere, seyahatlere bunca işin arasında bazen misafirlere açılan ışıklar ne de güzeldi! Önünden geçen çocuk dikkatle ona bakmaya başlamıştı. Çocuk bir şey fark etmişti onun yüzünde. N’oldu der gibi baktı İsmet de çocuğa karşı. Bakışlar çok da uzun sürmedi. Annesi aldı gitti biricik evladını ketum suratlı İsmet’in önünden. Banktan kalktı, sağına ve soluna, parkın iki çıkışına bakıp sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Kahveye yöneldi. Sarı ışıkların altında merdivenleri inip içeriye girdi. Kimse kapının açılışına aldırış etmedi, herkes oyununa devam etti. Taşlar atılıyor, kartlar vuruluyor, çaylar karışıyordu. Amma hengâme vardı. “Evde kadın dırdırı çekemem!” diyenler, okey taşlarının koynuna atılmakta bulmuştu saadeti. Kahvenin sağ köşesindeki masaya oturdu, çay istedi, üstünü çıkardı. Sigarasını ve çakmağını masanın üzerine koyarken birazı çay tabağına dökülmüş olan zift gibi çayı geldi. Üç şeker attı, çayını karıştırdı. “Güzel günlerim olmadı mı benim?” dedi içinden.
Fotoğrafı yokladı, derin bir iç geçirdi. Şekerle çay iyice karışmıştı artık, yudumlamaya başladı. Gözlerini kahvenin içindeki sahte kalabalıkların üzerinden kaldırıp sigarasını yaktı, önüne döndü. Masa sola eğimli olduğu için kendi ağırlığını sağa doğru verdi. Parkta gördüğü çocuk geldi aklına, ne kadar uzun zaman olmuştu çocukluktan mezun olalı? Ne zor günler bekliyor onu, ne sözler duyacaktı şu hayatta? “Öldü” kelimesini, “sen ne iş yapıyorsun?” cümlesini, “evlendin mi?” sorusunu kusacak hale gelene kadar duyacak, en sonunda hayatından soru soran insanları uzak tutmanın faydalı olduğunu düşünecekti. Bütün insanlar da aynı karara varıyor! İnsanlardan sıkılıp insanlara küsüyoruz. Hâlbuki herkes aynı şeyleri düşünüyor, yolda bizi gören birisi boynumuza sarılmaya gelmiyor. Ayıp olmasın diye geliyor, sorular soruyor. Biz de ayıp olmasın diye cevap veriyoruz. Sonra mutlaka bir gün buluşalım diyip asla görüşmemek niyetiyle ayrılıyoruz. Yaşamak çok zor iş! Okey oynayan adamlardan birisine takılmıştı gözü. Adama senaryolar yazmaya başladı. Birinci senaryo: Eşi, çocukları evinde yemek bekliyordu adamdan. O ise burada çocuklarının rızkını yiyordu. Öyle miydi gerçekten? İkinci senaryo: Ya bu insanların hepsi çok zengin ise? Evleri de buradan epey uzak, eşleri ve çocukları da gayet rahat yaşıyor ve bu adamlar da bir çeşit moda içindelerse? Köy kahvaltısı modası gibi… Mahalle kumarı diye bir şey çıkmıştı belki ve bunların hepsi de ayak uydurmuştu, olabilir. Sigarasından bir duman alıp gözünü, boyası yerli yersiz dökülmüş duvara dikti. Bu duvarın da suçu vardı bunca olayın içinde. Duvar, kahveye yitip gitmiş boyaları ile bir anlam katıyordu. Oysa boyasının dökülmesine izin vermeseydi pejmürde yaşam cemiyetine benzemeyecekti kahve. Zaten hayatından bıkmış insanların saklandığı bu yer, ana kucağı gibi bir şekil almıştı bu haliyle. Mavi boyası dökülmüş duvarlar, sigara dumanları içerisinde “Bu işletmede sigara içme cezası 70 TL’dir.” yazısı, yağ tutmuş masa örtüleri… Cebinden fotoğrafı çıkardı, dalıp gitti fotoğraftaki kar kokularına…
-Yine yüzünden düşen bin parça İsmet!
-Benim suçum yok, hayat suratıma bir taş attı, kırıkları toplarken ellerimi kestim!
-Senin yüzünde de eğilmeler oluşmuş, ne diyordunuz siz bu eyleme? Heh ,“ gülmek” diyordunuz. Mutlusun Selim! Sebebi ne acaba?
-Bilmem? İnsanın mutlu olması için bir sebebi olması gerekir mi?
-Bu dünyada yaşıyor ise evet. Her sevincin bir sebebi olmalı!
-Benim yok! Sadece gelirken “ Eski dostumla biraz sohbet ederiz, eski günlerden açılır muhabbet, kafamız dağılır. ” diyerek geldim. Mutlu olmamın sebebi bu. Yeterli değil mi? Ama görüyorum ki sen yine tüm dünyanın üstüne kusmaya hazırsın. İsmet, senin bu yaşama karşı olan nefretin nedir Allah aşkına?
-Yaşamı sevmek zorunda mıyım?
-Evet! Yani ölünce çok mu mutlu olacaksın? Sanki cennete gideceğinin garantisi var! Ya cehenneme gidersen, o zaman ne olacak? Sen gerçi oraya da gitmezsin, oranın da anlamını bozarsın diye seni almazlar!
– Canım benim! En azından öteki tarafta beni, yaratan yargılayacak ve hükmümü verecek. İstediği yere göndermeye hakkı var! Yani zaten o yaratmış! İlahi bir yaratıcının seni yargılaması mı doğru, yoksa senin için hiçbir anlam ifade etmeyen insanların sürekli olarak hayatı değiştirip, bu dünyayı sana acı verici bir hale getirdikten sonra ayak uyduramadığın için seni yargılaması mı?
-Ya, yeter be İsmet! Başladın yine! Şu hayatta biraz mutlu ol be kardeşim, biraz hayata umutla bakmayı dene Allah aşkına ya!
-Sen biraz hayata umutsuz bakmayı denesen! Umutla bakabilmek daha zor bence. Bunca yıkıntı görüp hâlâ sevmek dünyayı… Her akşam yatmadan önce hayaller kurmak ve sonra aynı sabaha uyanmak! Daha zor değil mi Selim?
-Evet, ama senin düşüncen de kolaycı bir bakış açısı, “dünya kötü bir yer, hiçbir şey yapmayalım.” gibi bir şey çıkıyor ortaya. Bu dünyayı güzel kılmak da bizim elimizde.
-Kim yanaşır buna? Rahatımızdan hangimiz taviz verebilir sence Selim? En basitinden, sırf çocuk işçiler çalışıyor diye kaç kişi çikolata yemeyi bırakır? Hepimiz birbirimize bağlıyız maalesef.
-Sen de en azından kendi dünyanda mutlu ve geleceğe karşı umutlu olmaya çalış. Sen sadece, böyle huysuz birisi gibi davranmayı seviyorsun, bunca şeyin tek sebebi bu! Her kötü şey bile bir iyiliğe yol açıyor. Kendin demedin mi “hepimiz birbirimize bağlıyız” diye? Bütün olaylar da birbirine bağlı. Yani en kötü savaş dönemlerinde, bilimde daha fazla ilerleme oluyor mesela.
-Yani birileri ölüyor ki ilerideki hayatta birileri yaşasın diye!
-Hayır, bak, ben bunu demiyorum: Bir savaş oluyor, evet insanlar ölüyor ama boşuna ölmemiş oluyorlar, istemeden olsa da hayata bir katkıları oluyor.
-Ne katkısı Allah aşkına? Bu ülkenin temel sorunlarından birisi mesela “bilim her şeyi çözer” algısı! Çözmüyor kardeşim! Tıpta ilerleme oldu diyorsun, bir kanser hastası öyle girip tedavi olup çıkmıyor! Bilmediğimiz acıları, verilere ve terimlere dayandırmak hoşumuza gidiyor ama hayat öyle değil!
-Nasıl yani?
-Yani işte doktorlar çıkıp diyor ki “Bu tedavinin başarı oranı yüzde doksan.” Ama ne şartlar altında yüzde doksan? Ne acılar çekecek, nelerden taviz verecek bu veri için? Veya diyorsun ya “savaşta insanlar öldü” falan filan… İşte hep denir ki şu kadar milyon insan öldü, o ölümler bir sayı artık. O ölümlerden biri şöyle açıklansa mesela: “Bir evin bir evladıydı. Hepimiz gibi hayalleri, aşkları vardı. Âşık olduğu kız ona yüz vermemesine rağmen siper altında, onun hayalini kurduğu sırada hücum emri verilmiş ve nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla hayata gözlerini yummuştu. Son sözü “Ölüm haberimi alırsa acaba gözünden bir damla yaş gelir mi? ” olmuştu. Ölümü, “ Hepimiz gibi nefes alır ve almaya devam etmek isterdi!” diye açıklansa kaçımız dayanabilirdi bu “sayısal” ölümlere?
-Ne yapalım peki? Kendine karşı bir savaş açmışsın ve tüm insanlık buna dâhil olsun istiyorsun. Böyle saçma şey olur mu?
-Kendime karşı bir savaş açtım ve bunu kazanmam gerek! Hayatta gördüğüm şeyler beni daha fazla üzmeden, günün birinde yolda yürürken “elleri ellerimde olmalı” diyebileceğim bir kadın beni fark etmeden yoluna devam ederse veya üşümesin diye annesinin kat kat giydirdiği bir çocuğun karla ilk tanışma anına şahit olursam ve o fotoğrafın içine yorgun yüzüm düşerse ya da karlı bir havada sigaramı idareli içmem gerektiğini düşündüğüm zaman, “bugünler de gelip geçer!” diyeceğim anda kendimi avutmamak için kendime karşı bir savaş açtım.
-Kendine eziyet ediyorsun, yaptığın sadece bu! Üzülmek için can atıyorsun!
-Selim, üzülmem için her sebep hazır ama olmuyor! Ölmüyor bu içimdeki yaşama umudu, bir kez olsun hayata karşı bir şey kazanmak istiyorum. Bu zafer, yitireceğim en önemli şeye karşı olsa bile!
Çayını karıştırmaya devam etti. Okey taşları, boyası dökülmüş duvarlar, bardaklar, çay kaşıkları, masadaki fotoğraf…
Hiç bitmesin gece, kapını çalmasın sabah. Hatıralar arasında gezdirsin yüreğini, siyah perçemli seyyah.