BİR SES BÖLER GECEYİ
Ahmet Ümit’in aynı ismi taşıyan romanından sinemaya aktarılan film, 2012 yılında beyaz perdede gösterime girmiştir. Yönetmenliğini Ersan Ersever yaparken, başrolde Gün Koper, Merve Dizdar ve Cem Davran yer almıştır.
Film, bir üniversitede araştırma görevlisi olduğunu bildiğimiz Süha’nın sisli ve yağmurlu bir yolda kaza yapmasından sonra yakınlardaki bir köyü fark ederek bir ses duyduğu eve uğramasıyla başlıyor. Burası bir Alevi köyüdür ve Süha için yeni hayatları, yeni inançları, yeni ritüelleri keşfedişin başlangıcıdır.
Evin içerisinde toplanan insanlar, Alevilerde “görgü” denilen ve Aleviler için bir hesap verme anlamındaki “cem”lerini gerçekleştirmektedirler. Görgü, Alevilerde “dört kapı”dan birisi olan “şeriat”ın temsilcisinin konuşmasıyla başlamaktadır. Köyün gençlerinden İsmail’in intiharı sonucu onun “düşkün” sayılması ve cenazenin dualanmaması, İsmail’in ailesi için kabul edilemez bir durumdur. Ailesi İsmail’in tabutunu görgüye dâhil eder. Bu toplantı “kırklar meydanı”dır ve “Hak-Muhammed-Ali” öğretisi etrafında şekillenir.
Bu esnada Süha’nın, İsmail’in eşi Gülizar’ı eski sevgilisi Demet’e benzetmesi, onu üniversite yıllarındaki 12 Eylül günlerine götürür. Bu dönemde davası uğruna her şeyi göze alan Süha, sevgilisi Demet’in artık yeni bir hayat istemesi sebebiyle sevdiği insandan da vazgeçer ve hayatının aşkını belki de kaybeder. Fakat uğruna mücadele ettiği şeyler Süha’ya aradığını vermez. Kendisi gibi devrimci olan eski arkadaşlarıyla buluşması ise Süha için büyük bir pişmanlığa neden olur. Çünkü kapitalizm ve emperyalizme karşı birlikte mücadele ettiği arkadaşları, artık burjuva sınıfına mensuptur.
Görgüye tekrar döndüğümüzde, İsmail’in, Allah’ın verdiği cana kıyması, Alevi inancına aykırılık arz ettiği için cenazesi dualanmaz. Fakat İsmail’in canına kıyması basit bir intihar değildir ve sancılı bir sürecin sonucudur. Eşi Gülizar’a verdiği sırda, kendisinin Hz. Ali ile bir olduğunu söyler ve bu sırrı kimseye söylememesi için eşini sıkı sıkıya tembih eder. Sırrını verirken yaşadığı buhranlardan ve mistik tecrübelerinden de eşine bahseder. Sofuların anlattıklarını sorguladığını, aradığının onların anlattıklarında olmadığını, kendi başına kemâle ermenin peşinde olduğunu eşine söyler. Eşi ise geleneksel inançlarına uygun bir şekilde bu sorgulama ve düşünmeyi hocalara, şeyhlere bırakmasını İsmail’e salık verir.
İsmail bu dönemlerde bazı geceler evden gider ve uzunca süre geri dönmez. Yine evinden ayrıldığı bir gün, Gülizar durumu İsmail’in annesine anlatır. Annesi İsmail’in babasına, babasının ise Bektaş Sofu’ya bu durumu anlatmasıyla köylünün tamamı olaydan haberdar olur. İsmail’in kendisini Hz. Ali ile bir görmesi, onun hor görülmesine ve düşkün sayılmasına yol açar. İsmail bu dışlanmanın sonucunda derin bunalımlara girer ve nihayet canına kıyar.
Filmde İsmail’in yaşantısından bazı kesitler sunulması, İsmail’in inanç dünyası için bize bazı ipuçları vermektedir. Çocukluğundan beri kendisini yetiştiren şeyhiyle bir sohbetinde, “Ellerin Kabesi var / Benim Kabe’m insandır” diyerek Aleviliğin temel inançlarından birisini ifade eder. Yine gençlerle sohbetinde Aleviliğin doğuşuna işaret ederek, Horasan bölgesinden geldiklerini, inançlarının Yesevilik, Babailik gibi mezheplerden teşekkül ettiğini anlatır. Alevi dedeleriyle birlikte olduğu sahnede ise, Aleviler için önemli olan Pir Sultan’ın
“Alınmış abdestin aldırırlarsa
Kılınmış namazın kıldırırlarsa
Sizde şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan şaha giderim” şeklindeki meşhur deyişi karşımıza çıkar.
Filmde en etkili sahnelerden birisi, İsmail’in en yakın arkadaşı Zülfü ile yaptığı sohbettir. Bu sohbette İsmail, Hallac-ı Mansur’dan bahseder ve “Ene’l-Hakk”ın sırrından bahseder. Onun için Hallac, örnek alınacak insanlardandır ve hakikatin sırrına ermeyi başarmıştır. Devamında “Ene’l-Hakk” diye bağırarak bu sırra ortak olduğunu açıkça ilan eder. Belki de İsmail’in kaderi, hunharca katledilen Hallac ve derisi yüzülen Nesimi’nin kaderiyle aynıdır.
İsmail de halkın geleneksel din anlayışına, tutucu inançlarına, din adamı sınıfına, kaba sofulara itiraz eder ve mutaassıp halk tarafından dışlanır. Zira Alevilerde “tarikat erkanı”nın dışına çıkan kişi, her ne olursa olsun düşkün sayılır. İsmail’in haklı olduğunu düşünen ailesi ve İsmail’in “müsahip”i Zülfü ise, görgüye ve cemin kurallarına karşı gelerek İsmail’in cenazesinin dualanmasını savunurlar. Fakat onların bu haklılığı, belki orada bulunan insanlar tarafından içten içe kabul edilse bile toplumsal baskı ve çekingenlik, bu intihar olayında suçun İsmail’e yüklenmesine sebep olur.
Hem Bektaş Sofu’nun hem görgüde yer alan halkın, din diye kabul ettikleri birtakım unsurlara boyun eğmeleri sonucunda İsmail’in cenazesi dualanmaz ve görgünün dışına çıkarılır. Bu esnada İsmail’in annesinin tabutu bırakmak istememesinin ardından tabut bir anda açılır ve İsmail’in bedeninin tabutta olmadığı anlaşılır. İsmail’in annesi tabutta Hızır’ı, Gülizar eşi İsmail’i görürken Süha ise kendisini görür. Tabuta bakan herkes, belki de o tabutta kendi nefsini görür. Süha’nın ölüme hazırlıksız olması, onu şaşkına uğratır. Süha geldiği yöne doğru hızla koşar ve kaza süsü vererek yere uzanır. Yanına İsmail gelir, kendisinin ölmediğini ve daha yolun bitmediğini söyler…