BİZİM TÜRKÜLER

“Saçlarını taramışsın,

Sarı renge boyamışsın

Haberin var mıydı benden,

Beni bana dolamışsın”

 

Yaz aylarının yakıcı ve adeta öldüren sıcaklarında devlet dairesindeki işlerimi halletmiş, elimde annemin marketten siparişlerini almış eve doğru gidiyordum. Evden çıktığım güzergâhı birebir takip ederek geri dönüyordum doğup büyüdüğüm eve.

Öğlen güneşinin asfalta yapıştırdığı anlarda sırtım su gibi, alnımın ve yüzümün tüm zerreleri kan ter içindeyken yanık bir ses her yanımı kaplıyor: “Saçlarını taramışsın.” Önce radyodan geldiğini zannetmiştim amma velakin o yanık sese bir adım daha yaklaştıkça temmuz güneşinin sıcaklığında ruhumuzu yaylalara taşıyan o serin esintinin yükseklerden, bir bina tadilat iskelesinin dördüncü veya beşinci katında strafor köpük döşeyen bir amelenin sesi olduğunu gördüm. “… Sarı renge boyamışsın,” diye devam ediyordu türküsüne, arada arkadaşları ile konuşarak söylediği türkü kesilse de devam ediyordu beni serinletmeye: “Haberin var mıydı benden, / Beni bana dolamışsın.” Biraz daha dursaydım o büyüleyici ses karşısında dilim lal, gözlerim görmez olacaktı. Bu yüzden hemen ayrılmak istedim oradan. Sonra dedim: “Bizim türkülerimiz, bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, her ne ararsan var, sevinçte var, gam da var, oyun da var, ağıt da…” Öyle ya biz Ankara’nın Misket Türküsünü oyun havası, Tokat’ın On Beş’liler ağıdını hareketli bir türkü yapmışız. Bizim milletimiz acısını içine gömecek kadar da büyük bir millet olduğunu düşünüyorum bu türküleri görünce. Tabii bazı kendini bilmezler bu türkülerimizi aşağılıkça sanat diye okuyup piyasaya sürmüyor değiller. Biz onların yaptığı bu zavallılığa karşı bizim türkülerimizi aslına sadık kalarak dinleyecek ve çocuklarımıza miras olarak bırakacağız inşallah.

Bizim Türkülerimizden bahis açınca nice güzel türkümüzü anmadan olur mu? Köy akşamlarında, o yanık sesiyle bize eşsiz anlar yaşatan dayım başlardı söylemeye: “Yüce dağ başında yanar bir ışık/Düşmüşüm derdine olmuşum âşık/Al buğday benizli, zülfün dolaşık/Dividim, kalemim, yazarım.” Ne zaman bu türküyü okusa dayım, içime köy akşamlarının onulmaz derdi dolar. Yıllarca bu türküyü dayımdan dinledim. Başka kim söylemiş, nasıl söylemiş hiç bilmedim. Bu türküde büyülenmiştim. Öyle ya yüce dağ başında yanıyordu bir ışık, o ışık benim kandilimdi, köyümden diyarlara yayılan bir kandil, bir kordu yüreğimde atan. Başka kimseyle paylaşmak istemeyeceğim bir kordu. Ama gün geldi o kor da yatağını bulan ırmak misali açığa çıktı, boy verdi. Bu türküyü bir Erkan Oğur’dan bir de dayımdan dinlemeyi yeğledim hep. Başkası bana yavan geliyor. Dağların türküsünde ışığım oldu bu ikisi.

Dağ demişken dağlara dair yine güzel bir türkü ile sarsıldım bu yıl. İbrahim Tenekeci’nin Geldik Sayılır kitabında yer verdiği o güzel türkü: “Dağlarda Kar Sesi Var” Tenekeci’nin yazdığı satırlar biter bitmez, sabah güneşinin aydığında Kazım Koyuncu merhumun o güzel sesinden “Dağlarda kar sesi var/ Tavlada zar sesi/ Kurban ol Şavşat’a/ İçinde yâr sesi var.” Diyordu türkü de. Hikâyesi de pek bir acıklı. Kavuşamayan iki genç. Anadolu’nun yanık sesli kızlarından gelen sevda ağıtlarıydı bu türkü. Pek çok türkü de olduğu gibi. Ey Anadolu! Sen bana ana sıcaklığındasın ama söyle neden bu ayrılık neden bu düşkünlük ve nedir bu kavuşamayan nice âşıklar! Bilirim senin sesin Hititlerden, Sümerlerden, Urartulardan, Perslerden, Bizans’tan, Orta Asya’dan, Hicaz’dan ve Türklerden gelmektedir. Ağıdın kimi zaman Türkçe olmuş, kimi zaman Kürtçe, Kimi zaman Acem dilinde, Farsça dilinde veya Latince. Aslında senin ağıdın söylendiği dillerde saklı. Kavuşamayan coğrafyaları bağrına basan sen her ne kadar acılarla sürüp gitsen de biz seni acılarınla kabul ediyoruz. Doğu’nun sıcak esintisi ve Batı’nın soğuk serinliğidir kaderin. Varsın böyle olsun kaderimiz. Kavuşamayalım biz de. Sen ol bizim sevdamız.

Türkülerimizden bahsedip de Çanakkale Türkülerimizden bahsetmemek olur mu? Çanakkale için yazılan bir ağıt olan bu türkü aslen Kastamonu yöresine ait İhsan Ozanoğlu kaynaklı bir türküdür. Bestesi XX. Yüzyılın en önemli müzik üstatlarından Muzaffer Sarısözen’e aittir. Ben bu türkü ile büyüdüm desem yeridir. Her Çanakkale’ye gidişimde bu türkü yüreğime düşmüştür. Ne zaman bu türkünün saz girişine denk gelsem gözlerim yaşarır. Gönlüme dedelerim düşer, geride kalmış ninelerim için bir ağıtta ben yakarım:

“Çanakkale içinde bir dolu testi

Analar bacılar ümidi kesti

Of gençliğim eyvah!”

diyor ya ben de bitiyorum işte. On Beş yaşında nice yiğitlerin yittiği yerdir Çanakkale. Yüreği islam için atan binlerce gencin canını siper ettiği yerdir Çanakkale. Çanakkale, Halep’tir, Yanya’dır, Diyarbekir’dir, İstanbul’dur, Yemen’dir, Basra’dır, Çanakkale bir milletin, islam milletinin direnişidir. İşte bu direnişlerden birini anlatan Kürtçe bir türkü geçtiğimiz sene yüreğimi doldurmuştu. Sözleri öyle yanık öyle sarıp sarmalıyor ki…

“…

Kardeşler, Çanakkale boğazı baş aşağıdır

Zırhlı kâfirin gemisi yamaçlara yanaştı

Top gülleleri kıpkırmızı olup kor ateş kesildi

Çanakkale düzlükleri insan cesetleriyle doldu”

 

Türküler, bizim türkülerimiz, coğrafyaları aşan, sun’i sınırları geçen, Balkanlar’dan, Hicaz’dan, Orta Asya’dan, Acem’den gelip Anaların kucağı Anadolu’da doğan o eşsiz ahenktir bizim türkülerimiz. Bizim türkülerimiz hep bir ve beraber kalacaktır biiznillah.

türkülerimiz hep bir ve beraber kalacaktır biiznillah.

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir