BU ŞEHRE, BU KADAR YAKIŞIR MIYDI SONBAHAR?

Dönüp yanında yürüyen adamın ince ve uzun suratına baktı. Çizgileri mermere oyulmuş hissi veren donuk bir yüz. Bir duvar. İfadesi soruyu duymadan önce nasılsa hâlâ öyleydi. Bire bin bahse girerdi ki en az bir asırdır böyleydi ve bir asır daha böyle kalabilirdi. Sorulan soruyu duymamış gibiydi. Sanki sessizliğini de bir asırdır koruyor ve bozmak istemiyordu. Tekrar kendi önüne döndüğünde beklemediği bir şey oldu. Duvardan bir cevap geldi. Kendi sesinin yankısını duyup duymadığından emin olmak için bakışlarını tekrar adamın yüzüne çevirdi. Adam onun anlamadığından emin bir hâlde cümlesini tekrarladı. “Bir yer değerini bildiğin kadar güzel görünür.”

Soğuğu jilet kadar keskin havayı ciğerlerine çekerek konuştu. “Farkında değildim sanırım.” Tıpkı sabah vakti bu siyah pardösülü adamı karşısında gördüğünde olduğu gibi beklemediği bir şey daha gerçekleşti. O cansız gözükecek kadar kıpırtısız surat ve heykele yakışacak durgun ifade gülümsedi. Kısa ve tok bir sesti fakat bir şimşek gibi o yüzü aydınlatıp geçti. Devamını bekledi fakat o anlık pırıltının ardından sanki kaçınılmaz bir son olan ifadesine geri dönmüştü ve dudakları bir mengeneyi andırır şekilde sıkıca kapalıydı.

Şehri can damarından geçerek iki yakaya ayıran nehrin kıyısındaki kaldırıma vardılar. Sağ yanlarında sıralı ağaçlar, güz kızılı yapraklarını uçuşturarak rüzgârın ritmiyle sonbahar dans resitallerini sergiliyorlardı. Normal bir gün olsa, uçuşan yapraklara ve bir hedefi varmışçasına hızlı esen rüzgâra küfür savururdu fakat bu normal bir gün değildi.

Nehrin üzerinde onlarca metal ve pırıl pırıl yenisi yapılmış olmasına rağmen, inadına yüzyıllardır orada duran taş köprünün korkuluklarına vardılar. Siyah pardösülü adam onu beklemeden köprüye adımını atarak yürümeye devam etti. Nehrin yağan sonbahar yağmurlarıyla iyice kabaran köpüklü dalgaları ayaklarının altından, köprünün ayaklarında ıslıklar çalarak akıp gidiyordu.

“Dur!”

Adam, bu komutu bekler gibi anında durup arkasını döndü. Adamın durduğu yere doğru adımlayıp köprünün korkuluklarına tutunarak nehre doğru eğildi. Çağlayan sularda zamanı görüyordu. Parça parça anıları, beyaz köpüklerden yansıyordu. Tanıdığı yüzler sularda bir görünüp bir kayboluyor sonra sebepsizce nehrin yatağında çamurlara saplanıp kalıyordu. Hayatı akıp gidiyordu. Belki saniyeler, belki dakikalar, belki saatler boyunca böyle kaldıktan sonra başını kaldırıp omzunun üstünden bir iki adım gerisindeki adama baktı. “Gerçekten olmak zorunda mı?” Adam, siyah pardösünün cebinden sağ elini çıkarak havada bir daire çizdi. “Başladı ve bitecek.” Dönüp yeniden nehre doğru eğildi. Sonbahar kokusuna yosun kokusu da karışmıştı. Bu sefer başını kaldırmadan konuştu. “Neden bugün?” Adam yanına kadar sokulup, tıpkı onun gibi nehre doğru eğildi. Nehrin dalgalarında onun gördüklerini görür gibi dikkatle aşağıya baktı. “Bu köprünün altından sular akıp gidiyor, hiçbir damla bir kez yola çıktıktan sonra durmuyor. Hepsinin diğer tarafa geçmesi gerekli ve sıranın hangisinde olacağını nehir belirliyor.”

Tanımlayamadığı garip hisler akıntı ve rüzgâr kadar hızlı içinden gelip geçiyordu. “Korkmalı mıyım?” Adam ilkinden daha uzunca gülümsedi. “Faydası olmaz sanırım.”

Düşünmek istiyordu fakat aklı anılarından anılarına sürüklenmek dışında hiçbir şey üstünde odaklanamıyordu. Hem zihnini toplayabilse dahi kimsenin bilmediği bir şey hakkında ne düşünecekti ki? Hem herkesin bildiği hem kimsenin bilmediği…

Dönüp dirseklerini korkuluklara dayadı. Köprünün üzerinden geçen deri montlu delikanlılara, rüzgâra inat açık saçları ve güzel etekleri olan genç kadınlara, camla kaplı uzun binalara baktı. Uzaklardan akıp giden trafiğin gürültüsünü, taşlar üzerinde tıkırdayan ritimsiz topuk seslerini, sonbahar yapraklarının bu topuklar altında yitip giden çığlıklara benzeyen çıtırtılarını dinledi. Sonbaharın kokusunu, yosunların kokusunu, yaşamın kokusunu içine çekti. Daha önce hiçbirine bu kadar dikkat etmemişti. Siyah pardösülü adamın söylediği gibi önem vermediği için fark etmediği, gözlerinden ve ömründen yitip giden daha nice güzellikleri düşündü.

Doğrulup karşı tarafa doğru yürümeye başladı. Siyah pardösülü adamın hemen arkasından geldiğini bilmek için dönüp bakmaya gerek duymadı. Çünkü o her zaman herkesin tam arkasındaydı. Karşı tarafa geçtiğinde sola dönüp nehrin tam kıyısında durdu. Adam sol tarafına, omuzları birbirine değecek kadar yakınına geldi. Nehre ve karşı kıyaya baktıktan sonra adama çevirdi bakışlarını. “Ölmek zorunda mıyım?”

Adam cevap vermeden sadece başını salladı. Sağ elini siyah pardösünün cebinden ikinci defa çıkardığını gördü. İşaret parmağıyla sırtına dokundu. Bu dokunuş, arkasında bıraktığı tüm sorumluluklarının, kırdığı tüm kalplerin, gönlündeki tüm umutların, aklındaki tüm hayallerin, ciğerinde bir yara gibi hasret kaldıklarının, ona hasret kalanların ve kalacakların tüm yükünü tek seferde omuzlarına yükledi. Ağırlığa dayanamadı, öne doğru sendeleyip boşluğa adım attı. Nehrin akıntısına karışmadan hemen önce kaldırıma baktı. Onun düştüğünü fark eden bir kadın ellerini ağzına götürdü. Onun dışında kimseden iz yoktu. Bir an kadının çığlığını duyduktan sonra kulakları akıntıyla doldu.

Köprünün altından geçerken gözlerini kapattı.

Diğer tarafa geçti. Güz kızılından sonsuz siyaha…

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir