DUDAKLARIMDA KAN İZLERİ

Siniktim, siliktim, sitemliydim. Bazen niye içime sindiğime kızar küfürler yağdırırdım, bazen silikliğime sitem eder ağlardım. Aslında beni bu hale koyan, sayıp döktüğüm saflığım, üzerime üflenen bir anne duası gibi, kalkanmış zaafıma. O kalkanı attığım gün en büyük zaafımı da öğrenmiş oldum. Ne mi oldu, yahu dur be doktor. Ne olduğunu anlatacağım, acele etme! Bulmuşum senin gibi dert ortağını, içimi dökeyim biraz.

Lise bire yeni geçmiştim. Yaşıtlarıma göre biraz acardım, kuvvetliydim. Nerden baksan bir seksen beş civarlarında kavak gibi boy, 90-95’de sıklet. Fakat bu cüsseye yakışmayan, yakıştıramadığım bir saflık vardı üzerimde. Hem sessiz, hem sakin, hem de kibardım. Okuduğum lise teknik lise. Düşün, böyle bir şeyi affederler mi? Herkes emir buyurmaya başladı. Murat şunu götür, şunu al gel, kopya ver… Bu adamlar hem yaşça hem cüssece küçüktü ama benim gibi safı bulmuşlardı ya, gömçürüyorlardı işte. Gülmeye hakkın var doktor, kim olsa güler şu halime. Bir zaman sonra iş çığırından çıktı elbet. Kendimi pis emellerinin meşru aleti gibi hissetmeye başladım. Kafa tutayım dedim ama haliyle beceremedim. Ömründe dayak atmamış adam, gelmiş külhanbeyi kesilmiş. Hiç olacak iş mi ya? Bir an içimden canavar çıktığını zannettiler, o kadar iyi rol yapmışım yani. Ama sonrası kötü oldu. Pot kırdık, devrildik. Sekiz-on kişi birden dıkıştılar. İnan doktor, ben ömrümde böyle dayak yemedim. Halim perişan, şavtım kaymış şekilde eve vardım. Evdekilerde bir telaş, bir velvele. Ne oldu dedilerse de hiçbir şey söylemedim. Annem, ablamlar sapı silik halime zaten kızıyorlardı, bu olaydan sonra daha da kızmaya başladılar. Babam hayatta olsaydı o da kızardı muhakkak.

Bu olay annem için bardağı taşıran damla oldu. Dayak yediğimi hemen amcama yetiştirmiş. “Tamam abla” demiş amcam da, “Ben onu nasıl eğiteceğimi biliyorum.” Bir gün evlerine çağırdı, vardım. Vardığımda avluda oturmuş, elinde kallavi bir av tüfeğini temizlerken buldum. “Gel bakalım yeğen” dedi. Av tüfeğini gösterip “Nedir bu bilir misin?” diye sordu. “Elbette amca” dedim, “Av tüfeği işte.” İtiraz etti. “Bu, sıradan bir av tüfeği değil” dedi, “Bu bir çifte. Dedenden yadigâr.” “Ne farkı var ki diğerlerinden?” diye sorunca, “Yapımı ustalık, incelik, iyi işçilik gerektirir. El emeği, göz nurudur.” diye tek tek anlattı. Muhabbet bir an önce bitsin diye “Ne güzel” dedim, dedim demesine de başımıza daha büyük bela aldık. “Güzel ya, güzel tabi. Asıl güzelliğini ava gidince anlayacaksın” deyip silahı elime tutuşturdu. Şaşırdım tabii ama el mecbur aldım. Çektik çizmeleri, fişekleri de iki omzumdan aşağı sarkıttı. Sen sanırsın ava değil de harbe gidiyoruz.

Arabasına atladık. Bizim kasabanın kırk-elli kilometre ötesinde Yavandere mevkii var. Oranın yakınına çekti. Bagajı açtı, baktım bir sürü cam şişe. “Ne olacak bunlar?” diye sordum. “Talim yapacaksın” dedi. “Yapamam” diye bir söz çıkacak gibi oldu ağzımdan, çıkmasıyla öyle bir yapıştırdı ki, dudaklarımdan hafif kan sızmaya başladı. “Ne dedin, hadi bir daha söyle bakalım” deyince gıkımı bile çıkartamadım.

“Gel peşimden” dedi. Dizdi şişeleri, “At bakalım” dedi. Bir attım, iki attım, üç attım, hepsi de tam on ikiden. Attıkça cesaretim de, keyfim de artıyor. Aşkla, şevkle, daha tutkulu atıyorum. Pis pis sırıttı amcam, o da keyfe geldi. “Var, var…” dedi, “Sen de cevher var. Baban göreydi şu halini ne kadar iftihar ederdi bir bilsen.” O an attığımı vurmak, tuttuğumu koparmak istiyordum, içimde sürekli bir şeyler kabarıyordu. Sanki yıllarca biriktirdiğim bir dalga içimdeki tüm bentleri yıkıp geçiyordu.

“Hadi gidiyoruz” dedi, beni peşine taktı. Bir baktı karşıda sülün, ha demeden vurdu indirdi. Yanına vardık, yazık kanlar içinde çırpınıyordu. Bir çırpındı, iki çırpındı. Gözlerini yavaşça yumdu. “Bak” dedi amcam, “Kademin uğurluymuş, ilk siftahımızı yaptık.” Sıra sende deyip öne koştu beni. Epey ilerledikten sonra bir sığırcık gözüme çarptı. İçimdeki bir ses silaha el koymak, diğeri onu patlatmak istiyordu. Amcam yaşadığım tereddütü anladı ki, hınçlı gözlerini bana dikti. O anda patlattım. Sığırcık süzülerek yere düştü. Amcam sırtımı sıvazladı, bir aferim çekti. Ama bende tuhaf bir hal vardı; bilemediğim, anlayamadığım, fark ettiğim ama söyleyemediğim. Bir tarafımı kızgın lavla dağlıyorlar, diğer tarafımı kutuplarda donduruyorlardı sanki.

O halle daha fazla devam edemedim. Amcama dönmek istediğimi söyledim, döndük. Bir hafta okula dahi gidemedim. Uyuşturucu bağımlıları gibi, kendimi yerden yere vuruyordum. İçimde bir kavga kopuyordu ki sorma, kızılca kıyamet. Bir daha gitsem bir türlü, gitmesem bir türlü. Nihayet dayanamadım. Son bir kez daha gitme kararı aldım. Amcamdan tüfekle arabasını istedim. Durumu anladı ki itiraz etmeden verdi. Yine aynı mekâna vardım. Dolaştım da dolaştım. Kurban olduğum Rabbim bir av dahi olmaz mı, deyip tam umutsuzluğa kapılırken bir sığırcık gördüm. Küçüktü, miniminnacıktı, vurmak istemedim ama n’aparsın, şeytan dürttü bir kere. Zihnimi kemiren kurtların sesini duyuyordum. Yapma diye diye yaptım. O kurşun çıktı bir kere. Zihnim geri geri götürmek istiyor ama adımlarım onun vurulduğu yere doğru ilerliyordu. İrice bir sığırcık cesedin başına gelip çökmüştü. Matem tutar gibi gagasını bir o yana bir bu yana sallayıp okşuyordu. Ben geldiğim halde ısrarla bekliyordu. Korkmuyordu, çekinmiyordu, aksine meydan okur gibiydi. Bir anaydı galiba. Gözleriyle öyle hışımlı baktı ki, sinemi delip geçti sanki. Yemin ederim kurşun olsa o kadar işlemezdi. O gün gözlerimden gitmez doktor, o gün gözlerimden hiç gitmez.

Yanına yaklaştım ama alamadan gerisin geri döndüm. Ardıma dönüp bir kez de olsa bakmadım, bakamadım, bakmak istemedim. Bir ananın yavrusuna kıymış, yuvasına ateş olmuştum. Eve geldiğimde ayazda kalmış gibi tir tir titriyordum. Kabil’in Habil’e kıydığındaki o suçluluğu taşıyordum sanki. Tüm kıyafetlerimden, tüfeğimden, yanımda her ne varsa hepsinden uzaklaştım. Bana o durumu hatırlatan ne varsa bir bir attım. Sancılar uzun zaman devam etti. Bir hafta, iki hafta, üç hafta… Gitmeyecektim ama hani ne derler, alışmış kudurmuştan beterdir. Bir kere o zehir damarlarıma zerk edilmişti. Yeminimi çiğneyip yeniden gittim. Bu sefer bayağı bereketli geçmişti. Eve geldiğimde herkes şaşırdı, sessizliği bozan annem, “İşte benim kuzum” deyip boynuma atıldı. Değişimin farkındaydı herkes ama hayra mı, şerre mi diye soran yoktu. Herkes o müzmin halden kurtulduğumu hayra yormuştu. Bir kere deviren, ikinciyi, üçüncüyü de devirir, değil mi doktor? Öyle oldu tabii, gide gele ayağım alıştı. Bazen amcamla bazen kendim ufak büyük demeden indiriyordum. Geldiğimde hasadı anneme teslim ediyor, o da mandalla ayaklarından çamaşır ipine asıyordu.

Böyle sürecek zannettim. Gücüm yerinde, işim tıkırında, hayat yolunda gidecek zannettim. Ama yanılmışım. Ava gittiğim bir gün çok yorgun döndüm, erkenden sızdım. O gece dehşetli bir kâbusun ortasına düştüm. Meşe mi, kayın mı bilemediğim bir ağaca sımsıkı bağlanmıştım. Ağacın dallarında da ayaklarından tepetaklak asılmış kuşlar. Hepsinin üzerinde de saçma izleri vardı. Anneleri olduğunu tahmin ettiğim bir kuş geliyor, o dallardaki yavruların cesetleri tek tek söküp bana fırlatıyordu. “Ne istedin benim yavrularımdan” diyordu, “Ne istedin şuncacık evlatlarımdan…” Daha da kötüsü “Zalim, zalim!” diye inliyor, “İki dünyada da elim yakanda.” deyip yakamdan tuttuğu gibi yerden yere çarpıyordu.

Merhamet dağıtmak için yaratılan ellerimde can veren kuşlar gibi, çırpınıyordum, ama ne fayda. Sonunda uyandım. Başım moloz yığını gibi, yastığa çakılmıştı. Sanki terle duş almıştım. Kalbim pancar motoru gibi fokurduyordu. Dudağımda bir ıslaklık hissettim. Patlamıştı, kanıyordu. Birkaç gün kendime gelemedim. Arkadaşlardan ava çağıran oldu, gitmedim. Amcam ısrar etti, reddettim. Düşündüm, taşındım, artık vazgeçecektim bu halimden. Bu halimi herkes beğense de ben beğenmiyordum. Önceki sapı silik halimi mumla arar oldum. İtiliyordum, kakılıyordum, dövülüyordum, horlanıyordum, aşağılanıyordum ama en azından bir canlıya bir keder bulaşmıyordu ellerimden.

O rüyadan sonra av defteri, bir daha açılmamak üzere kapandı doktor. Dudağımdaki bu kan izleri de o zamandan yadigâr. O günler ne zaman hatırıma gelse kanar. Artık sıkıntıdan mı, aldığımız âhlardan mı, yoksa mahşerdeki hesap korkusundan mı, bilmiyorum.

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir