EYLÜL RÜZGÂRI
İstanbul’da 2005’in son güneşli günleri yaşanıyordu. Tabiat kışa hazırlanıyordu. Turnalar çoktan sıcak memleketlere göçmüştü.
Bir minik serçe, camgüzelinin olduğu pencereye kondu. Asuman, rüyasında dört nala at koştururken serçe kuşunun cıvıltısını işitti. Sonra yüzünde yumuşacık tüyler hissetti. Gözlerini açtığında kedisi Pamuk’un onu uyandırmaya geldiğini gördü. Pamuk’u biraz sevdikten sonra yatağından kalkıp aynaya yöneldi. Göz çevresine baktı. Kaz ayakları belirmeye başlamıştı. Kırk beşine gelmişti artık, çok umursamadı. Yine de yirmilik kızlarla yarışır bir güzelliği vardı. Annesinin deyimiyle “geçmemişti”. Kara saçlarının arasında bir beyazlık gördü. Tek tel beyaz saçı parmağına dolayıp bir çırpıda kopardı. Şimdi daha iyi hissediyordu. Kıyafetini değiştirmek için dolabın kapağını açtığı sırada üst raftan bir şey yuvarlanıp ayak ucuna düştü. Yerde birkaç kez kendi etrafında dönerek parkede tıkırtılar çıkardıktan sonra durdu. Gümüş bir aynaydı bu. Üzerinde iki kuğunun birbirine sarılmış, etraflarına da papatyaların işlendiği bir ayna. Asuman’ın gözleri buğulandı, bir müddet yerdeki aynayı seyretti. Neden sonra titreyen ellerini uzatıp aldı. Uzun zamandır bu el aynasını görmemişti. Üst rafa ne zaman koymuştu hatırlamıyordu bile. Şimdi bir anda önüne düşmesi şart mıydı? Kuğu işlemeli aynanın arkasını çevirdi. “Asuman’ım” yazıyordu. Yazıyı okşadı, yüreğinden bir şeyler aktı gitti. Yüzünden süzülen bir damla yaş yazının üzerine düştü. Bir rüzgâr esti, o güne gitti. Gözleri kadar kara güne.
Çınar ağacının altında buluşmuşlardı Mehmet’le. Akşamın tatlı esintisi yüzlerini okşuyordu. Yirmisinde açmamış bir güldü Asuman. Yüreği deli gibi çarpıyordu. Mahallenin kara yağız delikanlısı Mehmet’le sevdalık ateşine düşmüşlerdi. Aylardır bekledikleri gün sonunda gelmişti. Yarın sabah aralarındaki muhabbeti ailelerine söyleyeceklerdi. Bir iki haftaya nişan, yaza da düğün olur diye konuşuyorlardı. Mehmet, montunun cebinden bir kutu çıkartıp Asuman’a uzattı.
– Bizim gümüşçü Hasan amcaya yaptırdım, el aynalarını çok seversin diye. Öyle ahım şahım bir şey değil ama umarım beğenirsin.
Mehmet parktan çiçek yolup getirse siyah lale ile eşdeğerdi Asuman için. Aynayı da çok beğenmişti.
– ‘’Bu kuğular gibi hiç ayrılmayalım.’’ dedi.
Asuman, vakit iyice ilerlemeden gitmek istedi “yarın görüşürüz” deyip koşarak evin yolunu tuttu. Mehmet, bir müddet sevdiğinin gittiği yolu izledi. O yürüdükçe yol çiçekleniyordu sanki. Rengarenk kelebekler konuyordu çiçeklerin dallarına.
Ertesi sabah heyecanla yatağından fırladı Asuman. Bir an evvel ailesiyle konuşmak istiyordu. Mehmet’in verdiği aynada saçını düzelttikten sonra mutfağa çay koymaya gitti. Takvime baktı, “12 Eylül 1980. Ah çok güzel bir gün çok!” dedi. Erken konuştuğunu bilmeyerek. Çayı ocağa koyarken babası radyoyu açtı. Daha önce hiç alışık olmadıkları bir ses, yüreklerine kor gibi düşen bir şeyler söylüyordu: “Askeriye olarak yönetime el konulmuştur. İkinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı getirilmiştir.”
“Darbe” dedi babası inler gibi. 60 darbesinin izi hâlâ yüreğindeydi. Asuman’ın elleri titredi, demlik elinden kaydı gitti. Şimdi ne olacaktı? Daha dün evlenme planları yapıyordu. Daha az evvel içi kıpır kıpırdı. Şimdi heyecanı yerini korkuya bırakmıştı. Mehmet’e ulaşması gerekiyordu. O da beni merak eder diye düşündü. Dışarıya çıkmak istedi, babası mâni oldu. Pencereden baktı, köşe başında askerî araçtan başka hiç kimse yoktu. Asuman, belki gelir umuduyla günlerce pencerenin önünden ayrılmadı. Evlerinde telefon olmadığından Mehmet’in evini arayamıyordu. Akşam sokağa çıkma yasağından gündüz de babası izin vermediğinden dışarı çıkamıyordu. Mehmet’ten hiç haber alamamıştı. Yüreği paramparçaydı. O, bunları düşünürken kapı zili çaldı. Asuman zilin sesini duyunca irkildi. Korktu, sanki gelen haberi sezmiş gibi. Kalkıp kapıyı açtı, gelen en yakın arkadaşı Zeynep’ti. Yüzü kireç gibiydi. Asuman, yaşadığı korkunun yersiz olmadığını anladı. Zeynep içeri geçer geçmez Asuman’ın ellerini tuttu:
– Sana bir haberim var Asuman ama önce bir otur, sakince dinle beni.
– Hayırdır Zeynep ne oldu? Mehmet de yok zaten ortalıkta meraklandırma da söyle.
-Şey, Mehmet’i diyecektim ben de şey olmuş…
Zeynep’in boğazı düğüm düğüm olmuştu. Arkadaşına böyle bir şeyi söylemek yapmak isteyeceği en son şeydi. Asuman biraz daha beklerse kalpten gidecekti. Cesaretini toplayıp söyledi.
-Babam sabah ekmek alırken Necmi amca anlatmış. Darbenin olduğu akşam sokağa çıkma yasağı saatinde, askerler dışarıda görmüş Mehmet’i. Kelepçeleyip karakola almışlar. Sorguladıktan sonra hapishaneye yollamışlar, idam cezası istemiş savcı.
Asuman, idam kelimesini duyunca olduğu yere yığıldı. Buz kesmişti bedeni. Zeynep’i duymuyordu artık. “Mehmet” çıkmıştı sadece ağzından.
Kedisinin ayağına dolanıp miyavlamasıyla o kara günden uyandı. Gözündeki yaşları sildi, titreyen elleriyle tuttuğu aynayı göğsüne bastırdı. “Mehmet’im” dedi, cılız bir sesle. Aynayı gözünün görmediği bir yere kaldırmanın anlamsız olduğunu düşündü. Bir kez daha baktıktan sonra masasının üzerine bıraktı. Pamuk’u kucaklayıp odasından çıktı.
Asuman’a haber geldikten bir hafta sonra Mehmet’i asmışlardı. Ne sağcıydı Mehmet ne solcu. Hiçbir olaya karışmışlığı da yoktu üstelik. Tek suçu sevdiğini merakta koymamak için evden çıkmasıydı. Asuman ilk zamanlar kimseyle konuşmamıştı. Bir sürü talibi çıkmasına rağmen evlenmeyi reddetmişti. Yüreğindeki acıyı yoldaş edinmişti kendine. Darbenin üzerinden yirmi beş yıl geçmiş, birçok şey değişmişti. Bir tek Asuman’ın Mehmet için çarpan yüreği aynı kalmıştı.
Asuman, çayını ocağa koyarken radyoda bir türkü çalmaya başladı.
“O bizim kavuşmalarımız a yârim mahşere kaldı.”