İKİ KIRIK ALYANS
Telefonun alarmının uzun uzun çalmasıyla birlikte gözlerini aralamadan el yordamıyla telefonu buldu ve alarmı susturdu. Keyifsizce kalktı yatağından. Gece boyu uyumamış, sabaha karşı ise dönüp durduğu yerde uyuyakalmıştı. Uyanabilmek için daha sonra mutfağa geçti. Kendisine sade bir kahve yaptı. İçtiği her yudum, boğazından zoraki geçerken gözünün önünden de anılar geçiyordu. Hey gidi günler hey!
Heyecandan içi içine sığmıyordu. Gardırobunun kapağını açtı. “Acaba ne giysem beni daha zarif ve güzel gösterir?” diye düşündü. Siyah… Yok yok, ne o öyle matem havası gibi… Beyaz… Masumiyetin rengi sonuçta… Hayır, şöyle daha renkli, cıvıl cıvıl, insanın içini ısıtan, yürüdükçe kelebekleri andıran bir renk olmalı… Tabii ya kırmızı… Aşkın ve tutkunun rengi aynı zamanda. Hiç tereddütsüz; kırmızı, vücudu saran, diz altına kadar uzanan, kısa kollu elbisesine uzandı elleri. Üstüne de siyah blazer ceketini giydi. Maşalanmış, dalga dalga uçuşan siyah saçlar ve kıyafeti tamamlayan kırmızı rujla da kombinleyince, al sana albenili, beğenilesi hoş bir hanım. Dilinde son günlerin popüler şarkısıyla makyajını tamamladı. Siyah çantası ve kırmızı topuklu rugan ayakkabılarını da giydi. Aynada son bir kez alıcı gözle kendisine baktı ve “çok güzelim be!” diyerek bağırdı. Sonra birileri duymuşçasına utandı. Kendini süzerken kollarına baktı. “Saati unutmuşum! Tüh!” diye hayıflandı. Çekmeceden aceleyle aldığı altın rengi gösterişli saatini takarken geç kaldığını farketti. Sonra da “amaaan, bekleyecek tabii. Bekletmek kızların şanındandır.” dedi ve aynada kendisine göz kırpıp kapıya yöneldi.
Eve dönerken, ayakları hala bulutların üstündeydi. Kafasında hep onun sözleri ve bakışları dönüyordu. Onunlayken zaman ne de çabuk geçmişti. Her konuda uyumluydular. Dinledikleri müzikler, sevdikleri ünlüler, izledikleri diziler, burçları, telefon markaları… Her şey aynıydı. İkisi de aynı anda “ben de” derken göz göze gelmişler, uzun uzun bakışmışlardı. Ya sonra?
Sanki birileri köprüleri atmış, altından ne sular akmış, zaman onu aldatmıştı veya büyü yapmıştı da basireti bağlanmıştı. Hani şu Eros muydu neydi, vardı ya mitolojik yaratık? Okunu bulsa parça pinçik edecekti. O derece sinirliydi genç kadın. Habire kaderine söyleniyor, sitemler ediyordu. Sanki kendisi onu istememiş, ailesine: “Ben onsuz yaşayamam, ölürüm!” dememiş gibi…
“O romantik Romeo’nun içinden resmen ormantik odun çıktı hem de yontulmadık odun. Oturmadan sandalyesini çeken o centilmen nerede, göbeğini kaşıyan bu adam nerede? Sezen Aksu dinleyen bu değil miydi? İçinden resmen arabesk çıktı. Romantik komedi filmlerindeki mutlu aşklar gibi mutlu sonla bitmedi benimkisi. ‘Bizimkisi bir aşk hikâyesi’ diyen şarkılar da yalancının teki. Hayat bana yalanlar söyledi. Ah aptal kafam ah! Sen bu hallere düşecek kadın mıydın Sibel?”
Siyah kumaş pantolonunun üstüne, yine aynı renkte ve sadelikte gömleğini giydi. Hazan yaprakları gibi sararmış yüzüne biraz renk gelsin, iyice belirginleşmiş elmacık kemikleri biraz daha ortaya çıksın diye fırça ile fondöteni yanaklarına doğru yaydı. Ağlamaktan kızarmış şekilli hafif kalkık burnuna da fırça gezdirdi. Uykusuzluktan şişmiş kahverengi iri gözlerini de sürme ile kamufle etti. Şeftali rengi rujunu da özensizce dudaklarında gezdirdi. Vakit gelmişti. Artık hazırdı.
Çıkmadan son bir kez elini sinesine götürüp kalbini yokladı. Heyecan mı öfke mi suçluluk mu içinde tepişen fillerin bıraktığı o duyguyu kestiremedi. Ama bildiği bir şey vardı ki tepişen fillerin ayakları altında ezilen çimler gibiydi. Altın renkli saatine takıldı gözleri. Buluşma, yani duruşma saati gelmişti. Parmağındaki alyansı çarparak konsolun üzerine bıraktı ve kapıyı sertçe kapatarak yeni bir hayata doğru ilk adımını attı. Annesinin tüm: “Kızım, bir daha düşün, çıkmadan kapıyı sertçe kapatma ki yeniden girmek zorunda kalabilirsin!” uyarılarına rağmen. Gözünü karartmış, gemileri yakmıştı bir kez. Üstelik hayat onun hayatıydı. Sonuçlarını yaşayacak olan da oydu. Kendine bile söylemese de tamam, bir parça korkuyordu belki. Tıpkı bir bebeğin ilk adımlarını atarken duyduğu korku gibi… Belki düşecekti, dizi yerine kalbi tekrar tekrar kanayacaktı, annesi öpünce hemen iyileşmeyecekti ama düşe kalka büyüyecekti o da herkes gibi işte. Ama “keşke” lerle…
Dünyanın en değerli varlıklarıdır kadınlar. Annedir, anadır onlar. Bazen şeytanî yönleri ağır bassa da en çok affedilmeyi onlar hak eder. Fıtratları masumiyet ve acziyet hamuruyla yoğrulmuştur çünkü; erkeğin himayesi olmadan yaşayamazlar. Allah’ın erkeklere yüklediği en kıymetli emanet.