KIRKLAR YOKUŞU
Yaş oldu kırk, kırkımız da çıkıyor yavaş yavaş. Bu yaşa erdirdin beni amma tarlanın ortasındaki içi kof ceviz gibiyim hâlâ. Yapamamanın, olamamanın, ölememenin dayanılmaz sancılarıyla kavruluyorum. Gelgitler lime lime ediyor ruhumu. Gönlüm kazan kaldırıyor, iliklerime kadar işleyen pişmanlıklar etimle kemiğim arasına girip delik deşik ediyor. Şimdi değilse ne zaman diyorum kendime, şimdi değilse ne zaman?
Oldu, oluyordu, olacaktı diyerek geçti yıllar. Çocukluk oyundu, eğlenceydi derken elden kayıp gitti. Gençlik desen bir hayfa ki sorma. Yandım, yaktım, hurda kamyonet gibi onu da elden çıkardım. Haylazdım, haşarıydım; bazen esip gürler, bazen dolup taşardım. Çok kırdım; yıkmadığım bent, devirmediğim çam, yemediğim halt kalmadı. Tanımazdım kimseyi, Ali kıran baş kesendim ya. Amma Allah var şimdi, insaflıydım. Ne yan gözle bakar ne de baktırırdım. Korur kollardım kasabayı. Değil yerde koşan, havada uçan bile benden sorulurdu. Dert babasıydım, müşkil dendi mi oraya koşardım. Kimseye eyvallahım olmadı, kimseye de eyvallah etmedim. Okumadım, okuyamadım. Peder dünyasını erkenden değiştirince bana da valideyle üç bacıma bakmak kaldı. Uzun seneler didindim, eşindim durdum pederden kalma bakkalla üç-beş dönümlük tarla tapanda. Kurban olduğum Rabbim, unutur mu hiç rızkımızı? Fazla fazla gönderdi elbet. Bacılarıma baktım, okuttum, evlendirdim, evlerini barklarını düzdüm. Hepsini ayrı bir gurbete uğurladım. Bu arada valide de yaşın gelip geçiyor diye sürekli dürtüp durdu bir yandan. Olmadı, n’apalım, nasip-kısmet meselesi bu işler. Böyle diye diye nihayetinde onu da uğurladık.
Bir başımıza kaldık mı koskoca evde. Dört duvar oldu sana dört parmaklı zindan. Hâsılı yalnızlık zor zanaat aga. Ne derler, saray da olsa içinde salınıp gezinen gerek. Kahveye çıktığım yok zaten. Bakkaldan eve evden bakkala, vakti gelince de tarla tapana. Her akşam bir küçük, bir de çilingir sofrası. Yıllar geçti, yine de şu meretten vazgeçemedim. Her seferinde tamam bu son dedim amma birkaç gün sonra yine bildiğimi okudum. Ayaklarım ne zaman camiye meyletse kör şeytan caydırdı beni. Camiye koşan çocukları her gördüğümde içim eridi; sabahlara dek çıra gibi yaktığım, kuruttuğum ömrüme ağladım. Bayramdan bayrama açtığım cami kapısını her gördüğümde kalbimin kor alevlerle dağlandığını hissettim. Her gün gittiğim mezarlığa da utancımdan uğrayamaz oldum. Bu halimle nasıl varırdım mezarlarına, pâk elleriyle yetiştirdikleri evlatlarının hali ağır gelmez miydi onlara?
Onca yıldan sonra kendi yalnızlığımda demlenmeye başladım. Hoyrat, ceberut, gaddar halimden şikâyet eden herkes kaçtı. Dostum Rıfat’la baba dostu, kasabanın emektar imamı Selim Hoca’dan gayrı yanımda kimse kalmadı. Peder vefat edeli beri yalnız bırakmadılar. Benim gibi dağdan inme, cahil, nâdân birinin kahrını nasıl çekiyorlar, söylemek zor. Öyle ki bazen ben bile çekemem kendi ağırlığımı, Allah günah yazmasın bazen terk-i can etsem de kurtulsam diye intizar ederim. Niye diye sorarım bazen, niye benim gibi bir adama sabretsin ki insan? Sefil halime acıdıklarından mıdır, bizim pedere olan hürmetlerinden midir, o çok sevdikleri pirlerinin bir emri midir, bilmem. Ola ki dervişliklerinden derim. Derviş sabrı derler ya, nasıl bir şeyse artık o, sanki adamların tüm sinirini cımbızla çekmişler. Esiyorum, gürlüyorum, dövüyorum hatta yeri geldiğinde okkalı sövüyorum. Tabii bizim Rıfat’ın yanında. Hocanın yanında ne hadsizlik yaparım ne de yaptırırım. Adam bunca kahrıma rağmen yine de bana mısın demiyor, üstelik gülüp sırtımı sıvazlıyor. Bir de “Düzeleceksin inşallah, sen de yola varacaksın” demesi yok mu, çıldırtıyor adamı.
Allah razı olsun her dem yanımdadır, kahrımı çeker, yükümü omuzlar. Duasını, nasihatini hiç eksik etmez. Amma nasihatleri bazen damarıma damarıma vurur, işte o vakitler kimseye açmadığım –belki de açmaktan korktuğum- içimi bir çocuk misali önüne sererim. “Yahu aga, zaten yaş kırk olmuş, her gece geçmişime ağlar olmuşum, yediğim nanelere bin lanet etmişim. Bu ahvalimle, mazimle nasıl güzel bir istikbal umayım? Bu saatten sonra kim paklar beni? Ancak teneşir. O da yetmez amma n’aparsın? Geçmişime nasıl sünger çekeyim? Yaptıklarımı bile bile her şeyi bilenin huzuruna nasıl varayım, samimiyet olur mu bu?” “Aga, elde kalan nedir bilinmez.” diyerek gönlüme su serpen bir cümleyle söze girer, “Ömür dediğin tövbeden sonrasıdır derler. Sen hele bir yola gir, nedamet getir, tövbe et. Allah senin kalan ömrünü bereketlendirir, merak etme. Hem öyle bir yardım eder ki kuluna, eksik gedik bırakmaz geride.” Bazı zamanlar kızıp köpürsem de –belki de çoğu zaman- severim Rıfat’ı. Yüzüne karşı söyleyemesem de gittikten sonra “Seni emekli eden devlet ne güzel etmiş be Rıfat, yoksa senin gibi hazır vaizi ben nereden bulurdum.” diye geçiririm içimden.
O gider, “oh be rahatladık” diyemeden peşi sıra Selim Hoca gelir. Adamlar örgüt gibi; planlı, programlı, teşkilatlı. Sanki nöbetleşe devirdaim yapıyorlar. Rıfat gibi, hoca da camiden, cemaatten kalan boş vaktinde bakkalda oturur, benimle tarla tapana gelir, hatta evime misafir dahi olur. Allah var, demlenmeme karışmazlar. Ben de âdetim üzere çilingir soframı kurar, onlar için de fakirhanemin başköşesinde ne varsa önlerine dizer, usulünce demlenir, bir de üzerine cigaramı tellendiririm. Hatta ara sıra da takılırım hocaya. “Yahu hocam” derim, “Senin çoluğun çocuğun yok mu, benden başka işin gücün yok mu?” “Benim tek işim gücüm sensin Muzaffer Efendi” der, “Yok öyle yağma, beni kolay kolay savamazsın başından.” Aklarla donanmış çehresine kondurduğu gül tebessümüyle yaralı yüreğimi sarıp sarmalar.
Bir dem bile yalnız komazlar. Bazen kızar, şiş gibi sözleriyle iğnelerler; bazen de nefsimin yalan hülyalarından, gönlümün beyhude çalkanışlarından kurtarır; pişmanlık yelinde savrulan aklımı selamete çıkarırlar. Hoca bakkala gelir, “Hadi Muzaffer Aga” der, “Tekkeyi bekleme sırası bende, sen namazını kıl.” Böylelikle günde bir-iki vakitte olsa beni huzura çıkmaya alıştırır. Eee, huzura çıkmak için de temiz olmak lazım, utancımdan ben akşam içtim diyemem ki. Böyle böyle az içmeye alıştım. Hatta bir gün bana içmeyeceğime dair söz verdirdi. Gözünün önünde şişe kırdım. Amma ne derler, alışmış kudurmuştan beterdir. Ufak ufak da olsa devam ettim. Bir gün akşam beraber bakkalı kapatırken arka depodaki şişeler aklıma geldi, unutmuşum, normalde mahallenin gençleriyle eve gizliden gönderirdim. O gün de canım nasıl çekmiş, almasam olmaz. Hocaya bir şey unuttuğumu söyleyip içerden aldım. Simsiyah poşetlere sarılı olduğundan görmez diye düşündüm, nitekim görmedi de. Sordu, “Aga bunlar ne, hayırdır?” diye. Ben de “Zeytinyağı hocam” dedim, “Konu komşuya hayır olsun diye dağıtayım dedim, gizli olsun diye de sardım.” “Tamam o vakit” dedi, “Öyle diyorsan öyle olsun.” Amma fark ettim, gözlerinde ayrı bir mana vardı. Eve vardığımda paçayı yırttık diye seviniyordum ki bir de ne göreyim, şişeler hakikaten zeytinyağı dolu. O vakit ağladım verdiğim söze, ettiğim işe. Tüm şişeleri kırmak istedim amma bari son sözüme sadık kalayım diye hepsini mahalleliye dağıttım. Hak nazarıyla bakan biriyle oyun oynanmayacağını işte o gün anladım. Utancımdan yıllarca diyemedim amma o çoktan anlamıştı.
Bakkalın derdi çok olur, enişberin de öyle. Dert çok olunca da ağız boş durmaz, şöyle okkalılarından bir-iki tane yapıştıracaksın ki rahatlayasın. Veresiye yaz deyip de kaçanlar, abi yarın getireceğiz deyip de getirmeyenler, on liralık mala beş lira verip kalanını sonra ayarlarız diyenler, hacı bir şeyler ısmarla deyip de keyif çatanlar, dondurma aşıran çocuklar… Hepsine ayrı ayrı dizdiririm. Rıfat yapma dedikçe inadıma iki fazla söylerim. Elime aldığımın haşatını çıkarırım. “Yahu etme sabiye, ne günahı var, ben veririm parasını” dediğinde bir tokat da ona çıkarırım.
Tarlaya gideriz, bir yandan bozulan traktöre çatarım, diğer yandan doğru düzgün sürmeyen pulluğa. Bazen tarla komşusunun koyunlarına, bazen suyu kesen tarla komşularına. Rıfat nasihat eder, “Olum yapma etme.” diye, dinlemem. Hocanın olmadığı vakitlerde böyle, değmeyin keyfime. O gelince ağzına kilit vurulan papağan gibi, içim inler, dışım yanar, saydıramam. Amma böylesi daha iyi oldu, zamanla ona hürmetimden sayıp sövmeyi de bıraktım. Öyle olunca da işler bir açıldı pir açıldı. Tarlaya damlamayan su, şelaleden akar gibi geldi. Bakkala uğramayan kasabalı da dükkânı şenlendirir oldu, kabarık veresiye defteri azaldı da azaldı. Hâlâ bazen takılırım, “Hocam, sen bi dolaşıp gelsen de ben de içimi boşaltsam” diye. “Ne o Muzaffer Efendi, şeytan ninni söylemeye başladı galiba.” deyip yüzümü güldürür.
Bilirdim ömrün tutulmaz bir kuş gibi uçup gittiğini, elimi çabuk tutmam gerektiğini. Bilirdim yaptıklarımdan, yapamadıklarımdan, yapmak isteyip de yapamadıklarımdan, yapmak istemeyip de yaptıklarımdan pişman olacağımı. Hem böyle hayırlı bir işin de geciktirilmesi doğru muydu? Hoca da, Rıfat da “Bak inat etme, hayırlı işlerde uzatmak olmaz” diye nicedir söyler dururdu. Rahmetli babam da hayırlı işlerde acele edilmesi gerektiğini dilime pelesenk etmişti. Söylerdim söylemesine de hadi gel de yap bakalım. Söylemesi ne kolay, hepi topu birkaç saniyede ağızdan çıkıveriyor. Amma yapmak öyle mi ya, sıkıyor, bunaltıyor, boğuyor adamı. İnsanın sırtına külçe külçe demir konulmuş gibi.
Bunaldığım, yorulduğum, demlenemediğim, gönlümün dermanını bulamadığım vakitlerin birinde hocanın “Muzaffer Aga, bak, inat etme artık, hele bi gidelim. Tanış bakalım, baktın gördün gönül frekanslarınız uymadı, yoluna devam edersin. Senin gönlünü bundan gayrı bir o yola getirir.” demesiyle irkildim. “Tamam” dedim, “Tamam, bu sefer söz, gidelim…”
Aslında kolay kolay tamam diyen birisi değilimdir. Her şey nasıl oldu, nasıl bu kadar hızlı gelişti ben de anlayamadım. Ama oldu işte. Pazarlıkta müşterinin alacasına kanan esnaf gibi, güreşte kündeye gelen rakip gibi, penaltıda ters köşeye yatan kaleci gibi avlandım. Aydığımda her şey olup bitmişti. Aslında iyi ki de öyle olmuştu. Yoksa bana kalsaydı iş, değil kırk gün, kırk yıl dahi geçse adım atamazdım.
Devamı gelecek…