KUŞLAR
Tahmin edilebilir olmanın tuhaf olmakla belki de sadece benim tanımladığım bir ilişkisi duruyordu karşımda. Normalde ne kadar tahmin edilebilirsen o kadar az tuhaf olman beklenir. Ama bu adam dakikliği, tekdüzeliğiyle ve hiç kullanmadığı mimikleriyle fazlasıyla tahmin edilebilir olmanın konforunu sunuyorsa da kendimi her gün gözümün önünden geçen bu adamı oldukça tuhaf bulmaktan alamıyordum. Ezberimi bozan bu adamın adı Halil’di. Onu da bir gün bisikletine binmiş giderken arkasından seslenen birisinden duymuştum. Çok yakında hayatına dâhil olacağım Halil’le ilgili öğrendiğim ilk kesin bilgi buydu.
Gecenin karanlığında kaybolan doğa günün ilk ışıklarıyla uyanmaya başlıyordu. Hemen burnumun dibindeki güller parlak renkleriyle ve duyamasam da müthiş kokularıyla günü başlatıyordu sanki. Camın hemen önüne konuşlandığımdan dışarda ne olup bittiğini merakla izleyebiliyordum. Her sabah mesai saatinin başlangıcında gelir öğle arasında kurulmuş oyuncak gibi aynı ritimde aynı yolu seçerek bisikleti park ettiği yerden alır ve yemeğe bir yerlere gider. Büyük olasılıkla evine gider diye düşündüm çünkü onun gibi bir adamı bir lokantada yemek seçerken ve yerken hayal edemiyorum doğrusu. Saat 5 olduğunda guguklu kuşun yuvasından çıkması gibi görünürdü köşeden. Doğayla uyumlu seçtiği asla göze çarpmayan kıyafetlerle bir göz aldanması gibi süzülerek gelir bisikletinin yanına ve sonrasında gözden kaybolurdu yolun ilerisinden. Benim içinse onun varlığı sanki hayatta olduğumun ve işlerin yolunda gittiğinin bir kanıtıydı sanki. Halil bütün hayatını bir metronoma göre yaşıyor gibi geliyordu bana. Aletle kusursuz bir uyum içinde.
Bir gün benim yerimi değiştirecekler diye çok korkarım hep. Camın kenarı demek macera demek, film izlemek demek ve tabi ki Halil’le birlikte hayatın devamlılığı demek. Bir kalonşo çiçeği olarak yanımdaki üç arkadaşımla birlikte camın kenarına dizileli bir yılı geçmişti. Biz doğamız gereği çok sıcağı sevmeyiz bu yüzden yazları canım kenarına veda etmemiz gerekir. İşte o zaman anlarım mahrum kalmak ne demek. Camdan baktığımda ise dışardaki herkes bana hiçbir şeyden mahrum değilmiş gibi gelirdi en azından duygu çeşitliliği anlamında. Özellikle yazın cam kenarından alındığımızda düşünsenize tanık olabileceğim şeyler odadaki üç hocanın ve bazen de odaya gelip gidenlerin konuştuklarıydı. Haksızlık etmeyeyim onlarda fena sayılmazdı heyecan bakımından ama pencerenin önü hayatın ta kendisiydi benim için. Bana sunulanı değil kendi seçtiklerimi gözlemleyebiliyordum.
Akşam yağmurla buluşan toprak kokusunu nerdeyse camın arkasına geçirmek için uğraştığı bir sonbahar sabahıydı. Tam karşıdan odamdaki hocalardan birinin geldiğini gördüm. Bu bize su veren hocaydı. Bizi sevdiğini hissediyordum ama bazen yanımıza hiç uğramadığı günlerde oluyordu. Onu tüm detaylarıyla görebileceğim kadar yakın geçiyordu camın önünden tam köşeyi dönüp binaya girecekti ki birden durdu benim duvar yüzünden göremediğim biriyle neşeli neşeli konuşmaya başladı. Bende konuşmasını bitirsin de içeri gelir hatta beni şu sararmış yapraklarımdan kurtarır diye gözümü ona dikmiş bekliyordum. Gözü birden benim olduğum cama sabitlendi ve sonra parmağıyla beni gösterdi ya da bana öyle geldi. Karşısındaki kişiyle benim özne olabileceğim ne konuşuyor olabilirdi ki? Çok uzun zamandır pencereden bakıp dururum ilk defa bu kadar heyecanlanmıştım. Birileri dışarda beni konuşuyorlardı. Çok uzun sürmedi bir anda gözden kayboldu benim sahibim. İlk defa başka birinin hayatında özne olmuştum ya tadını çıkarıyordum. Öyle dalmış düşünürken şiddetli bir sarsıntı oldu gövdemde. Saniyeler içinde kendimi havada buldum ve ilerlemeye başladım odanın içinde. Hep astronotların füze ateşlenip dünyadan ayrılırken pencereden baktıklarında ne düşündüklerini hayal ederdim. Diğer üç arkadaşım küçülerek belirsiz hale geldi ve birden ışıksız bir koridorda ilerlemeye başladım. Birkaç saniyede yan taraftan bir ışık huzmesi geliyordu sonra tekrar karanlık oldu. Sonra karşıdan çok yoğun bir ışığın geldiğini gördüm. Dışarı çıkıyordum galiba. Hep meral ettiğim yere doğru giderken emin değildim gitmek istediğime. Tedirginliğim dışarı çıkınca son buldu bir anda havayı 360 derece etrafımda hissettiğim zaman. Bir yerlerde gömülü olan duygum geri geldi. Bu epifani ani bir duruşla son buldu ve ben dışarda Halil’le göz göze gelince kalbimin yerinden çıkacağımı zannettim bir an. Onu kafamda öyle garip bir yere koymuşum ki sıradan insanlar gibi konuşması şaşırttı beni. Açık hava ve Halil beni fena çarpmıştı. Dünya etrafımda öyle dönmüş ki en son duyduğum kelimelerle irkildim: “Çok teşekkür ederim. Evime renk katacak umarım yakında çiçek açar rengini çok merak ediyorum.” Halil’in o gün içinde duyduğum son sözleri bunlardı.
Nem kokulu dar sokaklardan geçiyorduk. Tepedeki güneş dün yağan yağmurdan ıslanan sokaklara yansıdıkça yoğun bir nem yükseltiyordu havaya. Ben de hayatımın açık havada en hızlı yolculuğunu yapıyordum. Uçuyordum adeta. Bisiklet çukurlara girip çıktıkça yaşadığım küçük sarsıntıların dışında kesintisiz uçuş hissi bazen çiçeklerime konan arıların arkasından imrenerek bakakalmamı haklı çıkarıyordu. Genişçe bir caddeyi geçerken yapraklarımın arasından geçen ılık rüzgâr havadaki nemi unutturdu bir an. Birden sol tarafa doğru keskin bir dönüş yaptık ve yoğun bir kuş kokusunu olduğu bir sokağa girip durduk. Hemen sonra kokunun nerden geldiğini anladım. Orta yaşlı bir adam bir kulübenin önünde durmuş elindeki ucuna siyah poşet geçirdiği uzunca değneği bir sağa bir sola sallıyor hemen tepesinde dönüp duran güvercinlere komutlar veriyordu. Halil’le başlarıyla selamlaştılar. Ve havada taklalar atan güvercinleri izlemeye doyamadan oranın hemen arkasındaki demir mavi bir kapıdan içeri girdik. Kapının sağ alt tarafında irice bir kedinin geçebileceği büyüklükte bir delik vardı. Üç beş adım dar bir koridorda yürüdükten sonra tahta bir kapı çıktı karşımıza Halil anahtarını sokup açtı kapıyı. Küçük bir hole açıldı kapı. Tam karşımda ve arkamda bir yani iki oda kapısı ve kapısı olmayan sonradan mutfak olduğunu anladığım bir yer vardı. Sonra karşıdaki kapıyı açtı Halil. Uzun süre kalacağım ve hayatımın en sarsıcı günlerini geçireceğim bu mekânın havasını teneffüs etmeye başlamış oldum böylece.
Camlar için küçük gelen belli ki başka bir yer için dikilmiş saten yeşil perdelerden sızan güneş ışığı havadan uçuşan tozları ele veriyordu. Odanın ortasına doğru ilerledikçe odadaki eşyalar tıpkı perdeler gibi oraya ait olmadıklarını söylüyorlardı. Sağda eski üzeri dağınık çökük bir yatak, karşısında 80’lerden kalma bir televizyon ve sehpası, minderi olmayan beyaz tekli bir koltuk vardı odada. Sonra birden aklıma geldi pencere. Önünde beni koyabileceği bir şey var mı diye baktım hemen. Camın önünde yine minderleri olmaya ikili bir kanepe gördüm. Beni koyacak bir yer yok gibiydi. Daha ben bunun endişesini yaşamadan Halil odada attığı küçük bir turdan sonra beni televizyonun üstüne koymuştu bile. Pencereden bir hayli uzaktım. Bu görüp göreceğim bu odada olanlardan ibaret anlamına geliyordu ki normalde bu oldukça sıkıcı bir durumdu. Görünürde tek başına yaşayan tuhaf bir adam ve akşama kadar boş bir ev. Halil gittikten sonra etrafta benden başka canlı bir varlık gözükmüyordu. Hayal kırıklığı ve çaresizlikle karışık kalakaldım orda altımda dönen renkli dünyanın üstünde. Sabah çok erken saatte aslan kükremesi ile uyandım. Televizyondan geliyor zannettim ama kapalıydı döşeği incecik yatakta uyuyan Halil’in telefonundan geliyordu ses. Halil hiç gözlerini açmadan telefonu eline alıp susturdu. Biraz sonra ağır hareketlerle yataktan doğruldu. Telefon bir daha kükremeye başlamıştı. Bu sefer açtı. Halil’in sadece dinlediği ve sonunda ağzından tamam diye belli belirsiz bir kelime çıktıktan sonra hazırlanmaya başladı. Birkaç dakika sonra kapanan bir kapı sesi duydum usulca. Yine baş başa kalmıştım kendimle. Acaba reaksiyon mu verseydim yapraklarımı sarartarak mesela. Halil belki anlardı yerimi sevmediğimi ve beni pencerenin önüne bir yere alırdı en azından.
Artık Halil’in her akşam açtığı haber programlarından günleri biliyordum. Bugün hafta sonuydu ve Halil çalışmıyordu aslında. Nereye gitti diye düşündüm. Belki bir sevdiği vardı onla buluşacaktı ama sonra hiç özenmediği evden apar topar çıktığı geldi aklıma. Maçı falan mı vardı acaba bu kadar erken pek sanmıyorum. Sonra unuttum Halil’i. Okulda arkadaşlarımla geçirdiğim zaman geldi aklıma. Sonbahar çiçek mevsimiydi. İlk önce kim tomurcuk verirse sanki bir zafer edası gelirdi üstüne. Çoğumuz arkalı önlü tomurcuklanırdık da aramızda bir katmerli beyaz vardı o biraz ahesteydi. Hele geçen ilkbaharda toprağı değiştikten sonra bir düzene oturtamadı hayatını. Bir keresinde çiçek açmakta gecikince odadaki hocalardan biri yerini değiştirdi beyaz katmerin. Yandaki pencerenin pervazına yerleştirildi daha çok güneş görsün diye. Bence sorun güneş değildi bazen sadece açmak istemezsin o kadar.
Kapının açılma sesini duymamla birden bir şey yere yığıldığını anladım. Sonra uzun bir sessizlik oldu. Biri içeri mi girdi? Yoksa eve girerken dışarda gördüğüm kuşçu adamdan mı geliyordu sesler anlayamadım. Havadaki garip kokuyu da çözemiyordum. Ağır bir koku ama daha önce hiç duymadığım cinsten. Yaklaşan inilti seslerine artan koku eşlik ediyordu. Birkaç saniye sonra odanın kapısı açıldı ve Halil düşe kalka içeri girip kendini tam karşımdaki iki kişilik kanepeye attı. Yüzü bembeyazdı hızlı hızlı nefes alıyordu. Elini karnının sağ tarafına doğru bastırıyordu. Uzun bir süre öylece kaldı. Bakışları sabitlendi, nefesi yavaşladı. Benim varlığımdan haberdar olan tek kişinin ölüyor olmasının verdiği boşlukla kendi sonumun verdiği bilinmezlik arasında gidip geliyordum. Halil yavaşça doğruldu. Ayağa kalktığında elinin altından sızan kan gömleğinin bir kısmını kaplamıştı. Yaralanmıştı. Neden hastaneye gitmez ki insan diye düşündüm. Halil dolaptan bir kutu çıkardı ve televizyonun yanındaki tekli koltuğa kendini zor attı. Artık görüş alanımda değildi. Ama çıkardığı seslerden yarasını dikmeye çalıştığını tahmin etmek zor değildi. Odadaki sessizliği yine bir telefon sesi böldü. Gerçek bir aslan gibi kükrüyordu telefon. Bayağı bir çaldı. Halil son anda açtı telefonu. Sanki ben ne olduğunu anlamayım diye, tabi bu imkânsızdı aslında, sadece evet ya da hayır diyordu. Sonra yine çok uzun bir sessizlik oldu. En azından acıkır da uyanır diye düşünüyordum ama hiç ses yoktu ne de bir hareket. Belirsizlik kapının kırılırcasına çalmasıyla son buldu. Çünkü Halil küçük acı nidaları atarak yerinden doğrulup kapıyı açtı. Daha Halil odaya geri dönmeden orta yaşlı paltolu bir adam elinde bir dosya çantasıyla içeri girdi ve pencereden bakmaya başladı. Halil odaya döner dönmez adam hızlı bir şekilde söze başladı. Ağır şivesinden ne dediği çok anlaşılmayan bir şeyler diyordu kızgın bir hali vardı ya da çatık kaşları keskin hatlı uzunca burnu onu kızgın gösteriyordu. “Bir dahaki sefere böyle olmayacak” cümlesini birkaç kez duyduğum bu konuşmanın içeriğini tam olarak anlamasam da gergin bir ortam olduğu Halil’e bir şekilde yüklenildiğini anlayabiliyordum.
Adam gideli çok fazla olmamıştı ki etrafı müthiş bir çay kokusu kapladı. Halil yavaş adımlarla odadan içeri girdi elinde alt kısımdan çinkoları dökülmüş bir kupa ile. Çayından bir yudum alıp bana doğru oturdu altımdaki televizyonda bilmem kaçıncı tekrarını izlediği Kemal Sunal filmi oynuyordu. Halil gözünü bile kırpmadan bakıyordu filme. Defalarca izlediği için mi yoksa kafası başka yerde olduğu için mi bilmiyorum. Ancak bu durum o kadar uzun sürdü ki oturduğu yerde öldü zannettim onu. Uzun bir süre sonra sanki saatlerdir uyuşuk uyuşuk oturan o değilmiş de bir yerine iğne batırılmış gibi yerinden sıçrayarak kalktı. Sonrasında da kapı kapandı sertçe. Nereye gidiyordu, ne yapıyordu, kimlerle buluşuyordu, geçen gün gelen adam kimdi?
Ancak ertesi sabah öyle bir şey oldu ki Halil’in hayatı camdan bir kutuysa yere düştü ve içindekiler ortaya saçıldı sanki. Her biri ayrı şok edici birbiriyle bağlantısını çözemediğim onlarca olay. Halil duvarda asılı duran benim çaprazıma düşen bir aynanın önüne geçip konuşmaya başladı kendi kendiyle. Birbirini tamamlamayan cümleler kuruyordu. Birinci tekil şahısla biten cümlelerinde ve seçtiği kelimelerde çocuk tonları geziniyordu. Kediler, böcekler, kuşlarla ilgili kelimeler geçiyordu. Sonra birden yüz şekli değişiyor tamamen başka bir ruh haline bürünüyor ve hiç konuşmadan dakikalarca aynaya bakıyordu. Sol gözünde belli belirsiz bir seğirme olmaya başladı. Bu hal bir süre devam etti sonra Halil birden döndü telefonunu eline aldı ve bir şey izlemeye başladı. Hiçbir tepki vermeden izlediği şeye dalmıştı. Göz bebekleri büyüdü ve telefonu kanepeye attı. Derin bir iç çekişiyle elini yüzüne kapadı. Orda olduğu yere çöktü. Gördüğü şey onu etkilemişti hatta sarsmıştı. Bir süre öylece kaldı sonra ani bir hareketle ayağa kalktı. Her hareketinde pantolonunun yanına astığı belki 10-12 anahtarı büyük bir şıngırtı yapıyordu. Halil bu kadar anahtarla nereleri açıyordu ki? Ya da kapıyordu?
Kapı kırılırcasına çalıyordu. Halil kasketli paltolu bir adamın arkasından süklüm püklüm içeri girdi. Adam nasıl yani bu sefer farklı olan ne diye sorarak ısrarla Halil’in üstüne gidiyordu. Halil tanıdığı birisiyle bu işin olmayacağını bunun anlaşmanın bir parçası olduğunu söylüyordu. Baştan konuşmuştuk deyip duruyordu. Konuşma o kadar hararetlendi ki en sonunda kasketli adam Halil’in boğazına sarıldı. Bu iş bitecek adamın son sözü oldu ve hiddetli bir şekilde kapıyı çarpıp çıktı. Halil camdan dışarıyı seyretmeye başladı. Bir yandan da camdaki sineği orta parmağıyla taciz ediyordu. Köşede sineği sıkıştırdı parmağıyla kanadına basıp çırpınışını seyretti bir süre. Birden işaret parmağıyla hayvanı ezmeye başladı. Çıkan çıtırtı hayvanın vızıltısını bir anda kesti. Sonra camda içi dışına çıkan sinekle konuşmaya başladı. “Gözlerini kaparım beni görememeli. Görürse yapamam, yapsam da unutamam. Birine fena halde küfretmeye başladı ben demiştim baştan konuşmuştum deyip duruyordu. Aynı cümleleri kelime bile değiştirmeden arka arkaya söylüyordu. Sinirle birden dönüp masanın üstünde duran bardağı televizyona doğru fırlattı. Tahmin edin ne oldu bardak bana isabet etti ve hızla televizyonun arkasına düştüm. O anda her şeyin bittiğini hissettim Halil beni buradan asla kaldırmazdı gözümün önüne kuruyup gitmiş halim geldi bile. Halil birden seğirtti. Beni kucakladı dökülen saçılan toraklarımı eliyle toplayıp saksıma koydu ve beni camın önündeki pervaza yerleştirdi. İşte ve geldiğimden beri beklediğim şey olmuştu dışarıyı görüyordum nihayet. Halil’in beni aniden soktuğu bu sevindirici durum çok uzun sürmedi. Ben dışarıyı görebilmenin tadına daha tam varamamıştım ki kapı çarpma sesi bu buz gibi evde tekrar yalnız kaldığımı duyurdu sertçe.
Evden çıktığını duyunca merakla arkasından baktım bir ipucu yakalarım onunla ilgili diye. Halil gideli birkaç saat olmuştu. Dışarda güvercinleri besleyen adam aceleyle kovayla bir şey taşıyordu evin arkasına doğru. Evin altında arabalarla ile ilgili bir şey olmalıydı belki bir tamirhane ya da bir araç yıkama yeri. Arabaların önü arkası kesilmiyordu. Gelen araba yaklaşık 2 saat durup ayrılıyordu bu yüzden yıkama olma olasılığı büyüktü. Zaman burada daha çabuk geçiyordu. Hava kararmıştı bile. Eve ilk getirildiğimde kapıda karşılaştığım güvercinleri olan adam kuşlarını kafese koydu sularını ve yemlerini kontrol etti. Sonrada gözden kayboldu. Gelip giden arabalarda bitmişti artık ortalık da hiç hareket ve ses yoktu. Birden köşeden Halil gözüktü. Ağır ağır sürüyordu bisikleti. Neden bu kadar yavaş sürdüğünü camın önünden geçip bisikletin arkasını görünce anladım. Bisikletin arkasına küçük tekerlekli bir araba bağlamıştı Halil. Arabanın içinde yığıntı gibi duran bir çuval vardı. Karanlıkta pekte detaylı gözükmüyordu ama ağırca bir şeydi sanki çok inceleyemeden zaten evin arkasına doğru dönüp gözden kayboldu. . Ben birazdan eve gelir yine kendi kendine konuşur da bir şeyler öğrenirim diye düşünüyordum ama… Halil uzun bir süre gelmedi. Nasıl bir merak sarmıştı yapraklarımı anlatamam. Neyse ki bir süre sonra Halil gürültülü bir konuşma ile kuşçu adamla odaya girdi. Kuşçu artık yer kalmadığını başka bir yer bulmaları gerektiğini söylüyordu. Taşınalım diyordu. Halil bir şey söylemeden sadece dinliyordu. Tamam dedi sonra usulca sen ara bul ben kamyonu ayarlarım dedi. Kuşçu sertçe “Kamyon olmaz kuşlar rahatsız oluyor. Geçen sefer iki tanesi öldü. Tabi senin için fark etmez belki hoşuna bile gider” dedi. Halil birden savunmaya geçti. Bunu hatırlatmasan olmaz dimi? Sen de bundan zevk alıyorsun. Kuşçu alaycı bir bakış attı Halil’e. “Tabi artık seni hayvanlar kesmiyor” dedi bıyık altından gülerek. Halil bir şey söyleyecek gibi oldu ama hiç bir şey söylemedi. Kuşçu anlatmaya devam etti. Halil mutfağa çay koymaya gitmişti. Kuşçu her seferinde yanıtlanmayan sorular soruyordu Halil’e. “Hani bir keresinde seni deli doktoruna götürmüşlerdi de eve dönünce evden kaçmıştın baban ve annen çok endişelenmişti bütün akşam seni aramıştık sonra komşulardan İzzet Bey seni kolundan tutup getirmişti. Hatırladın mı? Kapıyı açınca annen seni görünce çok sevinmişti. Tabi babanın yüzündeki endişenin sebebini anlamıştım ben hemen. İzzet Bey seni kızının köpeğinin boynunu kesmek üzereyken yakaladıklarını. Kızın köpeğin boynundaki yaraya bakıp bakıp ağlamaktan harap olduğunu anlatınca annenin de suratı kireç gibi olmuştu. Çok korkmuştun dimi?”
Halil’den hiç ses gelmiyordu. Ancak çay kokusu yine odayı sarmıştı. Halil böyle üstüne gelinmesinden rahatsızdı ama ne kuşçunun yanından uzaklaşıyordu ne de onu gönderebiliyordu. Adam tamamen umursamaz konuşmayı sürdürdü. “Burada çok fazla kaldık artık yok olma vakti uzun bir süre iş alma tamam mı Halil?” Halil yine cevap vermedi. Son işte problem çıktığını söyledi jiletçi. Neden ne oldu?” Halil nerdeyse sadece kendinin duyabileceği bir tonda “Tanıdık olmaz demiştim söyledim bu son artık tanıdık olmaz kadını tanıyorum aynı yerde çalışıyoruz bundan hoşlanmadığımı biliyorsun konu zaten açık tanıdık birisini öldüremem.” Halil son sözü söylediğinde öyle rahattı ki bu denli ağır bir cümleyi bu kadar rahat söyleyince ben duyduğumdan şüphelendim. “Bu son olsun bir daha anlaşma dışına çıkmam tanıyorsam işini bitirmem. Yarın yeni bir yer bulmak için öğleden sonra dolaş biraz. Bahçeli ve kuşları koyabileceğimiz bir yer olsun. Geride bıraktıklarımızı da kontrol et, iz kalmasın. Birikmiş gübre varsa onu da al. Yeni yerimize yerleşene kadar yeterince gübre birikmeyebilir.” “Demek neymiş kuşlarsız bu iş devam etmezmiş. Bunu bile bile kuşları kamyonda götürelim diyorsun. Onun da dediği gibi nankörsün sen.”
“Yine aynı konuyu açma istemiyorum onu görmek. Zaten beni hatırlamıyor.” “Sen babanı görmeye gitmeyince ona bir şey olmuyor ama senin vicdanın ne diyor sana onu bilemem. Annen öleli 5 sene oldu baban bakımevinde ve sen onu görmeye sadece bir kere gittin. Onların sana yardım etmek için ne kadar uğraştıklarına ben şahidim. Şimdi nankörlük etme kendin için görmeye git onu.” “Çok yorgunum uyumam lazım.” Halil çayından büyükçe bir yudum aldı ve kendini yatağa bıraktı. Benimde yatağım olsa duyduklarım karşısında Halil’in yatağa kendini bıraktığı gibi kendimi atasım gelmişti. Saksının dibine kadar uzanan köklerim yukarı çektiler kendilerini sanki. Bu kadarını hayal edemezdim. Halil’e bakmaya korkuyordum artık çiçeklerimin yönünü tamamen cama doğru çevirdim. Bildiğimi anlarsa bana ne yapardı acaba. Sonra birden camdaki yansımamla karşı karşıya gelince bunun sadece benim kuruntum olarak kalacağını anladım.
Birkaç gün içinde Halil’in dediği gibi taşındık. Kamyonda beni şansıma ön camın önüne oturtturdular. Yollar, dönemeçler, evler geçtik. Uzun bir süre gittik sanırım çünkü hava kararmaya başlamıştı. Evlerin daha seyrek olduğu bir yere gelince durduk. Kamyonun kasasının kapısının açılma tangırtısıyla birlikte eşya taşınmaya başlanmıştı. Saat bayağı bir geç olmalıydı. Gökyüzünde ay hilal şeklinde pırlanta bir kolye ucu gibi asılı kalmıştı. Biraz sonra şoförün tekrar koltuğa geçmesiyle taşınmanın bittiğini anladım. Halil ani bir hareketle yan kapıyı açtı ve beni kucakladığı gibi kapıyı sertçe kapattı. Birazdan yeni mekânımla tanışacaktım. İçimden inşallah pencere önü olur diye geçirirken sadece tavandan asılan bir ampulle aydınlatılan tavana yakın birkaç yatay camı olan depo gibi bir yere geldik. Tamamen bir hayal kırıklığıydı benim için. Tamir aletlerinin olduğu tozlu bir rafa oturttu beni Halil. Etraf nemli ve loştu. Hiç güneş görmezsem fazla dayanamayacağım geldi aklıma. Sonra endişe, yorgunluk, korku ile karışık duygularla öylece kalakaldım. Ertesi gün tam karşımdaki ağır demir kapı ağır bir iniltiyle açıldı Halil ‘in yağmurluktan bozma montunun ucunu son anda gördüm. Kapı aralığından bisikletle geçip gittiğini fark ettim. Artık bu izbe yerde sonumun geleceğini anlamıştım. Kendimi burada yalnız zannederken ileride büyük bir karton kutu gördüm. İçinden guruldamalar geliyordu ve kutu hafif hafif kıpırdıyordu. Sonra içinde şu meşhur güvercinlerin olduğunu anladım. Kuşlara bakan ve sonradan Halil’le konuşmayan gelen adamda mı bizle gelmişti yoksa kuşlara Halil kendimi bakacaktı? Kuşların kutunun içinde ne kadar sıkıldıklarını hayal ettim. Hep burada duramazlardı herhalde. Taşınmanın telaşıyla burada unutulmuş olmalıydılar. Halil bunları neden yanımızda getirdi. Eski evimizde kuşların biriken pisliklerini kova kova toplayıp nereye götürüyorlardı. Halil ile ilgili diğer gizemler gibi bu konuda aklımı kurcalamıyor değildi.
Havanın soğumasından ve kapı aralığından zar zor giren ışığın iyice sönüp gitmesinden gece olduğunu anladım. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Kuşların homurdanışı zamanın durmadığını hatırlatan tek şeydi burada. Kapı açıldı ilk önce Halil’in sırtını gördüm. Geri geri içeri girmeye çalışırken önünde bir şey sürükleyerek getirdiğini anladım. O şekilde odanın ortasına kadar gelmişti. Ve sonra aniden elinden yere bıraktı elindeki çuval gibi şeyi. Kan ter içinde kalmıştı. Arkadaki üstü eşyalarla dolu kanepeye attı kendini. Beresini çıkardı elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Sonrada tam odanın ortasında yere yığılmış şeye bakarak uzunca bir süre daldı öylece. İşte şimdi sanki zaman durmuş gibiydi neden bilmem ama kuşların homurtusu bile kesilmişti. Ne kadar oldu bilmiyorum ama uzunca bir süre sonra Halil yerinden kalktı. Elindeki makasla çuvalı kesmeye başladı. Önce ne olduğunu anlamadım. Oradan buradan toplanmış eski eşyalar zannettim. Bu oldukça olumlu zannım çok uzun sürmedi; makasın son darbesiyle bir kadın kafası yana düşüp beni donmuş gözleriyle baş başa bırakana kadar.
Çuvalda boğazında derin bir yarık olan genç bir kadın cesedi vardı. Tabi ki asla böyle bir şey beklemiyordum ama bir yandan da bu korkunç görüntü kafamda asılı duran bir sürü fikri birleştirmişti. Halil çuvalı yavaş hareketlerle kadının vücudundan ayırdı. Genç 30’larının başında bir kadındı kıyafetlerine bakarsam vasat bir profili olduğunu söyleyebilirdim. Bembeyaz yüzünde hiç makyaj yoktu. Halil’in bu kadını niye öldürdü fikriyle boğuşurken elinde ağaçları budarken kullandıkları bir aletle Halil kadının başında beliriverdi. Kadını çok da acemilik çekmeden büyük bir soğukkanlılıkla parçalara ayırıyordu. Ayırdığı her bir parçayı eski gazetelere sarıp yana koyuyordu. Bütün işlem yaklaşık iki saat kadar sürdü ve sonunda gri, aralarından kanların sızdığı bir küçük tepecik oluştu. Ne düşüneceğimi bilemeden kalakalmıştım. Halil soğukkanlıydı ama yorgun gözüküyordu da. Arkasında duran koltuğa attı kendini elinde ucundan kanlar damlayan aletiyle. Ona bakarken bu işi ne kadar süredir ve en önemlisi ne için yaptığını düşündüm. Garip tavırları esrarengiz telefon konuşmaları anlamlanıyordu artık aklımda.
Biraz sonra kalktı. Yavaşça köşede duran el arabasını getirdi gri tepeciğin yanına ve parçaları teker teker arabaya koymaya başladı. İşi bitince belini tutarak güçlükle doğruldu ve arabayı da alarak aralık duran büyük garaj kapısından dışarı çıktı. Tabi ki ne yaptığını tahmin etmek güç değildi. Kısa bir süre sonra bir şey unutmuş olacak ki geri döndü. Kuşların kutusunun yanında duran büyük kirli bir boya kovası vardı onu alıp hızlıca gözden kayboldu. Daha önceki evde kuşlara bakan yaşlı adamın hayvanların pisliğini biriktirdiğini görmüştüm. Kovanın içinde de aynı şey vardı sanırım. Ben bağlantıyı kurmaya çalışırken Halil’in içeriye hızlıca girdiğini gördüm bir anda. Ne yapacağından emin doğruca bana geldi ve o hızla saksımı kucakladı ve hızla dışarı çıktık. Dışarısı karanlıktı. Biraz ilerde cılız bir sokak lambası yanıyordu. Oraya doğru yöneldik. Yaklaştıkça ışığın kapsadığı yerin bir adım ötesinde bir yükselti gördüm. Yanında da yere gelişi güzel atılmış bir kazma ve kürek vardı. Yükseltinin ne olduğunu anlamam uzun sürmedi. Üzerine serpiştirilmiş kuş pislikleri yeni harmanlanmış toprağın içinde renkleriyle ayrışıyordu. Ancak Halil beni bu hızla buraya niye getirdi gecenin zifir karanlığında onu anlamadım. Beni hemen oradaki bir ağacın dibine yasladı. Kazmayı aldı yükseltinin üzerini hafifçe eşeledi sonra kazmayı atıp elleriyle toprağa şekil verdi. O ana kadar nedense Halil beni buraya tüm bunları göreyim merakım gitsin diye getirdiğini düşünmüştüm. Bazen böyle saf olabiliyorum. Ancak Halil işi bitince doğruldu ellerini arkasına koydu belini esnetti ve doğruca bana yöneldi. Gözlerini bana odaklamış yaklaşırken başıma gelecekleri anladım. O küçük çukur benim için açılmıştı. Hayatıma başladığımdan beri hiç tümüyle dışarıda olmamıştım. Bir anda bunun harika bir fikir olduğunu düşündüm sonrasında da benim sistemimin buna uygun olup olmadığı fikri şimşek gibi çaktı kafamda. Ben dışarda hayatta kalabilir miydim?
Ben daha ne olduğunu anlamadan kendimi nemli soğuk bir karartının içinde buldum. Köklerim öyle üşümüştü ki mümkün olsa yukarı çekecektim ama Halil öyle sıkıca bastırmıştı ki toprağı kıpırdamam söz konusu bile değildi. Ben daha toprağın soğukluğuna alışmamıştım ki başımdan aşağı suyu boşalttı Halil. Soğuk su yapraklarımın ucundan toprağa damladıkça ben de burada sonumun geleceğini anlamıştım. Az önce gözünü kırpmadan birini parçalamış ve gömmüş birinden bir çiçeğin habitatına duyarlılık göstermesini beklemem saçma olurdu zaten. Tıpkı altımda yatan zavallı kadın gibi benim de ilk önce çiçeklerim sonrada yapraklarım dökülecek ve ölecektim. İki mezar yapmıştı asalında Halil. Bizimle işi bitince Halil üstünü başını silkip depoya doğru yürüyüp içeri girdi. İşte sonum başlamıştı.
Halil bu işi sadece para için mi yapıyordu? Daha da korkunç olanı nedensiz yapmasıydı aslında ya da sadece kendi yarattığı bir nedenle. Deponun lambası çırpınarak yandı. Halil’in bu yorgunluk üzerine hemen yatacağını düşünmüştüm ama içerde bir şeyler yapıyordu. İçeride bir hareket olduğu anlaşılıyordu çünkü lambaya çarptıkça üstteki yatay camdan gördüğüm floresan sallanıyordu. Bir süre sonra lamba kapandı. Kapı açıldı. İlk bakışta tanımlayamadığım bir şey çıktı kapıdan. Büyük, koyu renk, neyle kaplı olduğunu anlamadığım şey bana doğru geliyordu. Bir surat göremediğim için insan olduğundan bile şüpheliydim. Yaklaştıkça onun Halil olduğunu yürüyüşünden anladım. Sırtına kuş tüylerinden kanatlar takmış onları da üşüyen birisinin paltosunun önünü sıkı sıkıya kapadığı gibi önünde birleştirmişti. Üzerinde bulunduğum mezara yüzünü tamamen seçecek kadar yaklaşmıştı ki ellerini iki yana kaldırdı. Müthiş büyük bir çift kanat yanlara açılmıştı. Halil’in yüzünde kendinden geçmiş bir hal vardı. Gözlerini sabit tutamıyordu. Ağır hareketlerle hemen yan taraftaki ağacın altına geldi. Kanatlarını birkaç kez çırptı. Sonra tekrar kapayıp elleriyle ağaca tırmanmaya başladı. Ben daha fazla ne olabilir ki diye düşünürken o çoktan en alttaki dala tünemişti bile. Arkasında dolunay vardı. Köpek ulumalarıyla bölünen gece karşımda gördüğüm görüntüyle benim için içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Halil ise sanki hep yaptığı sıradan bir işmiş gibi dala tünemiş huşu içinde bir ayin gerçekleştiriyordu. Sırası sapmayan rutinlerini ardı ardına gerçekleştiriyordu. Altımda paramparça bir kadın cesediyle bu geceyi nasıl geçireceğimi düşündüm ben de Halil benim için dalın üstünde sıradanlaşırken.