MECNUN’DAN MEKTUP VAR

“Bu yazılan, Mecnun’un ağzından Leyla’ya bir mektuptur. Mektup Mecnun’un mirası üzere açık bırakılmıştır ve kıyamete kadar yalnızca gerçek âşıklar tarafından tamamlanacaktır.”

Kulağıma uzaktan bir ses geliyor. İsmimi söylüyor. Belli belirsiz fakat tanıdık bir ses bu. Hatta o kadar tanıdık ki bir ara kendi sesimle karıştırıyorum onu. Ağlayarak uyanıyorum uykumdan sonra. Bin yıl mı geçti, hiç uyanıp tekrar uyudum mu bilemiyorum. Küçük bir düş hatırlıyorum Sadece ve o düşe ait bir ses. Derken biri tekrar ismimi söylüyor kulağıma fısıldayarak. Bu o mu diye dinliyorum dikkatlice fakat o değil, üçüncü de anlıyorum. Zaten kulağıma fısıldanan da benim ismim değil. Zaten burası da memleketim değil. Her şey garip! İçine hapsolduğum bu bedende kimin? Hani o ses nerede? Oysa artık o kadar çok ses duyabiliyorum ki! Bunlardan birçoğunun bana ait olduğuna yemin edebilirim fakat hangisi benim bilmiyorum. Tanıdığım tek bir kişi var, onu bekliyor gibiyim. Sanki bana kim olduğumu söyleyebilecek biri o. Sesini en son duyduğum da şairin “ervah-ı ezel” dediği zamandaydık. Ervah-ı ezel, kalubela… Burada şairler bana memleketimi hatırlatıyor. Ondan bir haber verirler diye birçok kez danıştım. Bazıları onu görmüş gibi konuşur, bazıları onun gibi… Bense sadece onun sesini taklit etmeye ve baktığım her yerde onu aramaya devam ediyorum. Bana bu âlemde “insan” diyorlar. Tanış olduğum bazı şairler ise “yolcu”. Memleketime döneceğime dair umut veriyorlar. “Gideceksin merak etme diyorlar”. Zaten burada şairlerden başkasına güvenilmez. Fakat kime şair dediğinde önemlidir. Ben sadece memleketlilerime şair diyorum. Çünkü biliyorum ki şiir, benim memleketimin şarkısıdır. Oranın rüzgârı bile değse kulağına asırlar süren bir sarhoşluğa düşüverirsin. Yavaş yavaş hatırlıyor muyum ne? Hatırlamasam ne çıkar gerçi! Özlüyorum yine de. İnsan unuttuğu şeyi de özlermiş diyorum. Bu, insan olmaya dair öğrendiğim ilk şey. Belki insan sadece özlemekten yapılmıştır diye de geçiyor içimden. Bir gün biri, “Özlüyorsan göğe bak”, demişti. Aşağıdan yukarıya yalvarır gibi bakıyorum şimdi. Sonsuz mavilik ve yılmaz bir irade ile başımın üstünde duran bu kubbe, özlemimi bir nebze alan, kalbimin endişesini biraz olsun yatıştıran bir serinliğe dönüşüyor. Yalnız yürüyorum yolumu. Fakat bir rehavet çöküyor. Bedeni uyuşturan, yolu uzatan bir ağırlık… Göz kapakları bile sadece gökten gelebilecek bir haberin umudu ile açılmaya zorluyor kendini. Dönüyorum ki yanıma, dostum tebessüm ederek bakıyor bana. Elinin altında olup kaçmasından korktuğu bir şeyi tutar gibi göğsünü sıkıyor ve diyor ki[1]: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.” İşte o zaman hatırlıyorum sanki unuttuğum her şeyi, bir bir hatırlıyorum… Önce kalpler yaratıldı daha sonra bedenler. Yaratılan her kalp ikiye ayrıldı ve her bir parça birer bedene yerleştirildi. Şimdi ise gönderildiğimiz bu yerde yarım kalple yaşamanın hüznünü çekiyoruz. Meğer bunca zaman içimde hissettiğim boşluk bir yarının eksikliğiymiş. Kalbin yarısı, ömrün yarısı, inancın ve umudun yarısı… Yaşam dedikleri şeyse bir olmanın ya da olamamanın hikâyesiymiş. Yoluma devam ediyorum tekrar. Tıpkı dostum gibi elimi kalbimin üzerine bastırarak bunca zaman unutmanın acısını çıkarır gibi hasretle yürüyorum. Birde bakıyorum ki ileriden gelen biri görünüyor. Hiç unutmadığım sesi ile ismimi söylüyor, ismimizi. Ve işte sensin… Karşımda duran sen, gözleri ile bana memleketimin sonsuzluğunu getiren sevgili. İçinde yanan ateş cennetimin güneşidir. Senin gelişin memleketimin baharı, yaprak dökmeyen dalları kirpiklerin. İnip kalktıkça aşk karşımda duruyor. Silinen hafızamın tek anısı sensin. Kendimi unutturan seni unutturmadı bana. Vaktidir tamamlanmanın. Fakat hayır! Neden arkanı dönüyorsun bana? Hayır, o koşarak zirvesine tırmandığın dağ bizim değil! Neden bakmıyorsun yüzüme? Döndüğün yön bizim değil! Anladım bakmayacaksın buraya. Zirvesine yerleştiğin dağa tırmanmaya çalışırken kaç kere düştüğümü bile görmedin. Oysa elini bir uzatsaydın tutacaktın. Zirveden birlikte bakacaktık göğe. Secdelerimiz bir olacaktı. Bende kalan bir emanetin var onu da verip gideceğim. Senden göremediğim merhameti nasıl sahibine, merhametin kendisine gideceğim. Tek sığınağım O’dur. Ve gidiyorum bu diyardan… Kaç yüzyıl geçti bilmem, kaç denizde boğuldum, kaç dağ yıkıldı üzerime, kaç şair öldü benden sonra, kaç kalp yarım kaldı, kaç güneş battı bilmem. İçimde memleketimin hasreti, bir kavuşmaya doğru gidiyorum. Hikâyem anlatılacak asırlarca. Âşık oldu değil âşık öldü diyecekler arkamdan. Kalbimin akıbetini soracak çocuklar benden sonra dedelerine. Titreyen elleri, sarkmış yüzünden süzülen tek damla yaşı silerken, kalbimin nasıl beni bıraktığın o dağın eteğinde, göğüs kafesimi yırtarak çıkıp sana doğru uçtuğunu anlatacak ve senin bedeninde nasıl diğer yarısıyla bir olduğunu. Benim nasıl bir hiç olarak o dağın eteğinde kaldığımı da ve diyecek ki: “Oysa aşk değil de nedir bir ömrün feda edileceği, aşk değil de ne?”


[1] İlhami Çiçek-Satranç Dersleri

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir