Mustafa Özçelik ile Yunus Emre Üzerine Röportaj
Burak Yasin Taş: Aynı zamanda bir şair olarak cevaplamanızı istediğimiz bir soru: Şiir hayatımızda neye tekabül eder?
Mustafa Özçelik: Ahmet Yesevî’den Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a, Mehmet Akif’e, Necip Fazıl’a kadar bizim bütün hikâyemizin kodları şiirlerde mevcuttur. Dolayısıyla edebiyatımız hep şiir merkezli bir edebiyat olmuştur. Durum bugün de böyledir. Şiir, hem dili hem insanı hem de milleti inşa eder. Dil, şairlerle incelir, zenginleşir. Hiçbir edebî tür, şiir kadar bir dili ayakta tutamaz. Çünkü şiir, en millî sanat dalıdır. Bu yüzden tercümesi yapılamayan bir türdür. İnsanı, gönül ve zihin olarak inşa eder. Milletler şairleriyle var olur. Mesela Yunus Emre olmasaydı biz, Anadolu’da millet olarak var olabilir, bir devlet kurabilir miydik, kursak bile uzun ömürlü olabilir miydi? Kesinlikle olamazdık/olamazdı. Bir Mehmet Akif olmasa idi son iki yüz yıllık hikâyemizi nasıl öğrenebilirdik? Öğrenemezdik. Bu yüzden şiir tam da hayatımızın merkezinde olması gereken bir türdür. Ama şimdilerde öyle midir diye soracak olursak bu soruya çok olumlu bir cevap vermek pek de mümkün değildir. Şayet olsaydı ne yaşadığımız ülke ne de dünya böylesine şirazesinden çıkmış bir yer olmazdı. Sevgi, dostluk, adalet, merhamet, yardımlaşma gibi bizi insan kılan değerler hayatımıza hâkim olan değerler olurdu. Bu toprakları sadece yaşadığımız bir toprak parçası olarak görmez, gerçek manada bir vatan olarak görür, onun gelişmesi, kalkınması için elimizden gelen her şeyi yapardık. Yine milleti, aynı topraklar üzerinde yaşayan bir topluluk olarak görmez, bütün fertleri ortak ülküde, değerlerde buluşmuş/birleşmiş geniş bir aile gibi düşünürdük. Ama umutsuz olmamak lazım. Milletin şairleri, bu üzüldüğümüz hususları çözecek en büyük imkânımızdır. Güneşin üzerini bazen bulutlar örter ama bu ebedî değildir. Önemli olan varlık güneşimizin batmamasını sağlamaktır. Kısacası nasıl 13. asırda Yunus’la, 19. asırda Akif’le, onların şiirleriyle şuurlanıp kendimize gelip ayağa kalkmışsak, inşallah gayretimize bağlı olarak yine öyle olacaktır. Mesele, sıkıntıyı derinden ve sebepleriyle anlayabilmektedir. Bu sağlanabildiğinde şiir, yeniden tarihi misyonunu yerine getirecektir. Çünkü dert, teşhis edilmişse dermanı bulmanın da yolu açılmış demektir.
Burak Yasin Taş: Yunus Emre Menkıbeleri’nde “Aydınların Yunus’u”, “Tekkelerin Yunus’u” ve “Halkın Yunus’u” ayrımından bahsediyorsunuz. Tasavvufa ait terminolojiyi berrak bir Türkçe ile söyleyen ve halkın gönlünde başköşeye oturan Yunus’un vahdet-i vücud ile ilişkisi nedir, düşünce tarihimizdeki yeri hakkında neler söyleyebiliriz? Bir Yunus Emre okulundan bahsedilebilir mi?
Mustafa Özçelik: Yunus, öyle bir zenginlik taşır ki; inancı, düşüncesi ne olursa olsun onda herkes kendine göre bir şeyler bulur. İşte bu zenginlikten dolayı aydınların, halkın ve tekkelerin Yunus’u anlama biçimleri farklı olmuştur. Bu, hayıflanmamız gereken bir konu değildir aksine bir zenginlik olarak görülmelidir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, Yunus’un şahsi yorumlarımıza, ideolojilerimize bir dayanak noktası yapılmamasıdır. Çünkü Yunus, şiiriyle de düşüncesiyle de çok net bir kimlik sergiler. Onu doğru anlamada bize imkân verecek şey ise onun bir mutasavvıf-şair kimliğidir. Bunu göz ardı ederek ona yaklaşırsak bulduklarımız Yunus’un bize söylemek istediği şeyler olmayacaktır. Vahdet-i vücud konusuna gelince “Mânâ bahrine daldık vücûd seyrini kıldık İki cihan serteser cümle vücûdda bulduk” diyerek tam bir “vahdet” tablosu çizen Yunus, tasavvuf yönünden Ahmet Yesevî ve İbnü’l Arabi ekolüne bağlıdır; bu anlayışın esası vahdet-i vücûd inanışıdır. Bu üç şahsiyet, aynı anlayışın insanlarıdır. Yunus da gelenek olarak kendinden önceki bu iki büyük isme bağlıdır. Yunus’un bu düşünce için yaptığı en önemli hizmet ise onu anlaşılması zor bir anlayış olmaktan çıkarıp hemen herkesin anlayabileceği bir sadelikte anlatması dahası bu anlayışı yaşanabilir bir inanışa, ahlaka dönüştürmesidir.
Burak Yasin Taş: Yunus Emre ve Molla Kasım arasındaki ilişkiye dair halk rivayetinde Molla Kasım’ın sınırlandırıcı, keskin bir yorumu var. Günümüzde de Yunus’u halktan uzak, zahirde şeriata aykırı düşüncelerin temsilcisi olarak görmek isteyen bir anlayış ortaya çıkıyor. Vuslatından yedi asır sonra Yunus’u yeniden, asli şekliyle nasıl okuyabiliriz? Yunus 2021 Türkiye’sine ne söyler?
Mustafa Özçelik: Yunus’un şiirine tasavvufi kavramları bilmeden ve biraz da edebiyatın olmazsa olmazı olan mecazlara, sembollere dikkat etmeden bakarsak onu kendi gerçekliği içinde değil düz bir mantıkla anlamış oluruz. Bu yaklaşım bize Yunus’un mana kapılarını açmaz. Molla Kasım, işte böyle bir anlayışın temsilcisidir. Şükür ki adı geçen beyti görünce Yunus’un kerametine inanıp ateşe ve suya attıklarından geriye kalan bin şiiri yok etmemiştir. Değilse Yunus nimetinden mahrum kalacaktık. Bu da bize çok şey kaybettirirdi. Ne var ki Yunus’u Molla Kasım gibi düz bir mantıkla okuyanlar sonraki dönemlerde de oldu. Yine şükür ki meseleyi kendi gerçekliği içinde ele alıp Yunus’a yaklaşanlar, onun bize sizin ifadenizle “halktan uzak, zahirde şeriata aykırı düşüncelerin temsilcisi” olmadığını gösterdiler. Yunus, yapılan bütün aykırı yorumların aksine çilesini halk içinde Hak’la beraber olma şeklinde çeken, dinin itikat, ibadet, ahlak kurallarına sımsıkı bağlı bir sufidir. Onu özel kılan bu ilkeleri şekil olarak değil mana boyutunda anlatmasıdır. Zaten diğer türlü yapsa idi ne bunlar şiir olurdu ne de okuyanın kalbine dokunurdu.
Burak Yasin Taş: Divan-ı İlahiyat’ta pek çok şiirin ayetlerin şiir dili ile yorumlanması olarak okunabileceğine dair örnekler var. Siz de bu örneklere sıkça değiniyorsunuz. Dikkatli bir gözle bakıldığında ayetlerin manasının şiire bu denli sindirilmesi, Yunus Emre’nin düşünce yapısını yorumlamakta bize neler söyleyebilir? Ayrıca bir benzerlik olarak Mehmet Akif’in de bu yönteme başvurduğunu görüyoruz. Bizde şiire bakış anlamında bu açıdan bir süreklilikten bahsetmek mümkün müdür?
Mustafa Özçelik: Yunus’un sözleri, ayet ve hadislerin şiir diliyle tercümesidir. Hemen hepsinde ayetlere atıflar yapar veya iktibaslara başvurur. Çünkü onun dili hakikatin dilidir. Buna ilk dikkat çeken Burhan Toprak oldu. Hazırladığı divanda bu duruma ilişkin epeyce örnek bulunabilir ama daha önemlisi Yunus’un bunu kendisinin söylemesidir. Onun “Yunus’un sözi şi‘irden ammâ aslıdur kitâbdan/Hadîs ile dinene key bilgil sâdık olmak gerek” beyti bu konuda çok net bir anlayışın ifadesidir. Çünkü gönlünde Hak olanın dilinde başka bir şey olmaz/olamaz. Ama o ayetleri, hadisleri elbette bir Kur’an mealinde veya hadis kitaplarındaki ifadelerin birebir aynısı olarak söylemez. Çünkü o, lafzın değil mananın peşindedir. İnsanlara onu telkin etmek ister. Bu hemen bütün sufilerin ortak tarafıdır. Çünkü onlar nasıl’ın değil niçin’in peşindedirler, surete değil öze, şekle değil manaya bakarlar. Bilirler ki öz değişmeden söz de hal de değişmez. Onlar ise insanın kendini hakikate göre konumlandırmasını, yaşadıkları tasavvufi tecrübeyle önce kendilerinde gerçekleştirmişler ardından diğer insanları aynı değişime/dönüşüme ulaştırmak istemişlerdir. Bu, tevhidi ve nebevi bir yöntemdir. Mehmet Akif de şiiriyle aynı şeyi yapmış, Kur’an hakikatinden uzaklaşanları onunla buluşturmaya çalışmıştır. Ama o da Yunus gibi lafzın değil “Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan, Kur’an’ın/Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mânânın” beytinde de belirttiği gibi mananın peşindedir.
Burak Yasin Taş: Yunus da Akif de buhranlı bir dönemde ortaya çıkan büyük simalar. Onların duygu ve düşüncelerinden beslenerek günümüzde Yunus Emre’nin irfanına talip ve Akif hassasiyetine sahip simaların yetişmesi için elverişli şartlar ve imkânlardan söz edebilir miyiz? Yoksa onları “tarihi birer şahsiyet” olarak mı değerlendirmeliyiz? Bu noktada akademik ve edebi çalışmaların yeterliliği hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Mustafa Özçelik: Yunus gibi, Akif gibi insanlar, toplumların zor zamanlarında bir cemalî tecelliler olarak ortaya çıkarlar. Tabii onları yetiştiren bir zemin de yok değildir. Yunus, Orta Asya’dan beri gelişip zenginleşen ve İslam’la daha da ileri noktalara ulaşan bir inanç, dil ve kültür ortamında doğmuştur. Akif de Osmanlı medeniyetinin bir çocuğudur. Ne var ki ikisinin dönemlerinde de insanlar bu zeminden kaymışlardır. Onlar ise gerek yetişme şartları, gerekse şahsi tercihleri itibariyle hakikatin insanı olmuşlar ve yaşadıkları dönemlerde insanları kaybettikleri yahut anlamından uzaklaştıkları değerlerle buluşturmak için mücadele etmişlerdir. Bugün onlar gibi insanların yetişmesi için aslında zeminde imkân da vardır. Her şeyden önce inanç ve kültür geleneğimiz, her değeriyle yaşanıyor olmasa bile eser anlamında ortadadır. Öyleyse onlardan beslenerek yeni bir dil, düşünce ve kültür inşasına girişmek gerekir. Tabii bu da yetmez. Şahsi gayret, aileden başlayarak okulda devam eden eğitim sürecinin kendi değerler dünyamıza göre inşası da önemlidir. Çünkü Yunus’u Yunus yapan Tapduk Emre idi, medrese ve tekke idi. Akif’i de Akif yapan öncelikle ailesi ve okuduğu okullar idi. Sorunuzun devamına gelince, onları da başka büyüklerimizi de sadece tarihi bir şahsiyet olarak görmek asla yeterli olmaz. Onları bugünkü hayatımıza katmamız gerekir. Bu da üniversite hocalarına, edebiyat ve kültür insanlarına düşen bir görevdir. Ne var ki ortadaki onca kitaba rağmen bunlar yeterli değildir. Her iki ismin de sadece edebiyatçılar tarafından değil her ilmî disiplindeki kişiler, uzmanlar tarafından enine boyuna incelenmesi gerekir. Ne yapacağımıza karar verebilirsek elbette nasıl yapacağımızın imkanları da ortaya çıkacaktır.
Burak Yasin Taş: “Hümanist bir Yunus Emre” portresine haklı itirazlarınız var. Yunus’un bir bütün olarak varlığa ve dünyaya bakışı nasıldı? Hümanizmin insan telakkisi ile ayrıştığı noktalar nelerdir ve günümüz dünyasına Yunusça bir bakış nasıl olmalıdır?
Mustafa Özçelik: Yunus Eme, her şeye Allah merkezli bakar. Bu yüzden ondaki insan sevgisi de kendisinin “yaratılmışı severiz Yaradan’dan ötürü” ifadesinde de belirttiği gibi Yaradan’dan (Allah’tan) dolayıdır. Bunun temelinde ise insanın insanı kardeş bilmesi gerektiğini söyleyen Kur’an ayetleri, “birbirinize kin tutmayın, birbirinizi sevin, kıskanmayın” mealindeki hadisler vardır. Yunusça da sevgiye en layık olarak gösterilen insana bu değeri bizzat yaratıcı vermektedir. Diğer varlıklar içinde insanı en üstün şekilde O yaratmıştır. “Muhakkak ki biz, insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin Sûresi/4) “Ki yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O’dur… Sonra onu düzeltip tamamladı. İçine ruhundan üfürdü…” (Secde Sûresi/7, 8, 9) İnsanı üstün kılan özellik bu noktadan başlamaktadır. Ona ruh üfürülmüş, onun üstünlüğü “maddede mevcut olmayan bir cevherin kendisinde mevcut olmasından gelmektedir.” İnsan bu yüzden Allah’ın en kıymetli eseridir ve sevilmeye en çok layık olandır. Yine Yunus’un şiirinde görülen insanla ilgili bu yaklaşım, sadece ona özgü bir tavır olmayıp bütün mutasavvıflarda vardır. Çünkü onların beslenme kaynaklarında insan “eşref-i mahlûkat” olarak görülmektedir. Hümanizm ise “insan-merkezcilik”tir. Yani onda tanrı-merkezcilik geri plana atılır hatta reddedilir. Bu bakımdan seküler bir anlayıştır. Dahası insan sevgisi onun esasında yer almaz. Yer alan anlayış, buna da insanı yüceltecek bir şey olarak bakılacaksa, insanı her türlü otorite karşısında özgür kılmak demektir. İnsanı böyle bir noktaya konumlandırmak onu sevmek değil aksine ilkeden, değerden yoksun kılmaktır. Hadi bu anlayış insan sevgisi üzerine bina edilmiş desek bile bu sevgi Tanrı’dan kopuk sevgidir. Bu yüzden hümanizm ile Yunus’u bir arada düşünmek mümkün değildir. Şayet böyle düşünürsek Yunus’u da Tanrı’dan uzak, seküler bir kimliğe büründürmüş oluruz ki böyle bir tanımlamayla karşımıza çıkan Yunus, Bizim Yunus yani İslam şairi Yunusumuz olamaz. Günümüz dünyasına Yunusça bakış ise her şeyden önce başta da ifade ettiğim gibi Allah merkezli bir bakış olmalıdır. O’nu merkeze koyduğumuzda insanın kendiyle, başka insanlarla ve varlıklarla münasebetleri bu bakış çerçevesinde şekillenip anlam kazanır. Bunun birkaç kelime ile özeti ise aşka bağlı bir inanış, bakış, yaşayış kısacası aşkın hâkim anlayış olduğu bir bakış tarzıdır.
Burak Yasin Taş: Hocam, son olarak “Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez” mısraının da bulunduğu “Çıktım erik dalına” adlı şiire değinelim. Pek çok farklı okumaya müsait bu şiirde Türkmen Kocası Yunus ne demek istemiş? Bu müstesna şiirin güncelliğinden bahsetmek mümkün müdür?
Mustafa Özçelik: Yunus Emre’nin edebiyat dilinde şathiye olarak adlandırılan pek çok şiiri vardır ama en çok bilineni bahsettiğiniz şiiridir. Gördüğü ilgi, hakkında yapılan şerhlerin çokluğundan da zaten anlaşılmaktadır. Bugüne kadar bu şiir Şeyhzade Muslihiddin Efendi, Niyazi Mısri, İsmail Hakkı Bursevi, Ali Nakşıbendi Nevrakani, İbrahim Has, Bekir Sıdkı Visalî, Şevket Turgut Çulpan tarafından şerh edilmiştir. Bunlardan en meşhuru ise Niyazi Mısri’nin şerhidir. Bursevî ise şerh çalışmasında tek bir şiirle de yetinmemiş, bu ünlü şathiyeden sonra onun üç şiirini daha şerh etmiştir. Bunlar şiiri tasavvufi manada şerh eden şahsiyetlerdir. Günümüzde ise İsmail Yakıt bu şiir için felsefi bir şerh yapmıştır. Şerhlerdeki bu sayıca çokluk şiirin hem anlam örtüsünün iyice kapalı olmasından hem de mana derinliğinden kaynaklanmaktadır. Yunus’un bu şiirde ne demek istediğine gelince; bu şiir maneviyat yoluna girmek isteyenlere yol gösteren bir metindir. Kısaca belirtmek gerekirse okuyucuya şeriat, tarikat, marifet, hakikat şeklinde dört kapı olarak adlandırılan tasavvufi yolculuğun hallerinden bahsedilmektedir. Tabii anlatılmak istenenler kavranması zor olacağı için erik, üzüm, helva gibi sembollerle anlatılmıştır. Niyazi Mısri’nin yorumuna göre söyleyecek olursak burada erik şeriatı, üzüm tarikatı, ceviz ise hakikati temsil eden sembolledir. Bostan sahibi ise kâmil mürşidi ifade eder. Şiirin anlam dünyasına girmek, işte bunları ve benzeri sembolleri çözebilmekle mümkün hale gelebilir. Sözü biraz daha açmak için mesela şu örnekle açıklama yapılabilir: Şiirin ilk beytindeki anahtar kavramlar erik, üzüm ve cevizdir. Bunların üçü de meyvedir. Ama değişik özellikleri vardır. Mesela erik ekşidir, ama önce güneşi bekleyerek sabır imtihanından geçer ardından bunun mükâfatını olgunlaşmak, tatlanmak olarak görür. İşte insan da böyledir. Önce ekşidir, cahildir ama sabrederek ilim irfan öğrenirse olgunlaşır. Yine erik ağacına çıkmak zordur. Fakat meyve yemek isteyenler bu zahmete katlanmak zorundadırlar. Aksi takdirde üzüm yiyemezler yani arzu ettikleri sonuca ulaşamazlar.