ÖZNESİNİ KAYBETMİŞ BİR HAYAT YAŞIYORUZ
Yapmayıp ertelediğimiz sorumlulukların ağırlığını taşıyor omuzlarımız. Her gün bir yenisini ekliyoruz ertelediklerimizin listesine. Her erteleyişte biraz daha yoruluyoruz. Çorap söküğü gibi ilmeği kaçmış bir hayat yaşıyoruz. Veya “Öznesini kaybedince devrik olur tüm cümleler” diyor ya yazar, işte tamda öyle bir hayat bizimkisi. Öznesini kaybetmiş devrik bir hayat.
Tövbesini yapmadığımız günahların ağırlığı, göstermediğimiz merhametin sertliği var yüreğimizde. Hakikat ile aramızda haramdan sakınmadığımız bakışlarımız var. Söylememiz gerekirken sustuğumuz şeyleri dağ gibi taşıyoruz sırtımızda. Kimi zamanda konuştuklarımızın altında eziliyoruz. Konuşmaktan yaşamaya fırsat bulamıyoruz. Susup yaşasak ya hayatı. Ama yok.
Eksik, öznesini kaybetmiş devrik bir hayat yaşıyoruz. Başını okşamadığımız yetimlerin, gözyaşını silmediğimiz mazlumların duasını almadığımız bir hayat ne kadar tam olabilirdi ki? Sadaka vermenin, birinin yüzünde tebessüme vesile olmanın eksikliğini, infak etmemenin bereketsizliğini hissettiğimiz buruk bir hayat…
Evlerimizde: Aynı evde kalmaya tahammül edemediğimiz ihtiyarlarımızın, tüm aile bireylerinin bir araya geldiği muhabbetle oturulan sofraların, en çokta aile olmanın eksikliğini yaşıyoruz.
Sadece kendi için, bencilce yaşamanın acısını haykırıyor çatık kaşlarımız. Sert bakışlarımız içine düştüğümüz çıkmazın örtüsü. Huzur dileniyor asık suratlarımız. Sesimizi hemen yükseltiyor oluşumuz suçluluk psikolojisinden. Tahammülsüz değiliz aslında. İnsan yükü nasıl taşınır bilmiyoruz. Bu eksiklerle dolu bir hayatta nasıl öğrenebilirdik ki zaten. Eksik ve mutsuz bir hayat yaşıyoruz işte. Kendimizle dolayısıyla herkesle kavgalı. Oysa terk ettiklerimizdi huzurumuz, mutsuzluğumuzun kaynağı eksik bıraktıklarımızdı.
Mutsuz oluşumuzda hayatımızdaki fazlalıkların rolü de küçümsenmeyecek ölçüde. İhtiyaçtan çok mutfak eşyalarımız, tozunu silmek için, bize yük evimize süs olsun diye aldığımız eşyalarımız var mesela. Bin bir çeşitle donatılmış gelecek misafirler olumsuz yorum yapmasın diye, sus payı niyetine hazırladığımız sofralara harcadığımız saatlerimiz var. Her akşama bir dizi, gündüz kuşağı programları derken hayatımızda televizyon fazlasıyla var. Dolabımızda modası geçmiş, bir düğünde giydik diye bir daha giymeye utandığımız kıyafetlerimiz, her elbiseye uygun çanta ve ayakkabılarımız olmazsa olur mu? Biz iş güç uğraşırken bize ayak bağı olmasın, onlarla oynasın diye çocuklarımızın sepet dolusu oyuncağı var. Ve daha neler neler. İşin tuhafı ne bu fazlalık bize kazandırdı ne de hayatımızdaki o yoklukların yerini doldurabildik. Aslında Hayatımızdaki tüm bu fazlalıklar, o eksiklerin yerini doldurmak içindi ama olmadı. Zira henüz iyiliğin yerini doldurabilecek bir şey üretilmedi. Kanaatkârlığın yerini dolduracak bir zenginlik görülmedi henüz. Sıkıntısı giderilmiş bir insanın tebessümünde kaybolmanın zevki hiç bir maddiyatta bulunmadı. Ne rahat yatağında keyif yapanlar meydanda olanlar kadar mutlu olabildi ne de istediği her şey elinin altında olan kişi, bir yetimin başını okşayan elin sahibi kadar tadabildi huzuru. Eksiğimizle fazlalıklarımızla hesabını vereceğimiz bir hayatı yaşarken unuttuğumuz bir şey vardı: hayat insanca (Müslümanca) yaşayınca güzeldi. Hayat en çok da işe yarayınca güzeldi.
Velhasıl biz öznesini kaybetmiş bir hayat yaşıyoruz. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emrine uymamış bir hayat nasıl oluyorsa öyle bir hayat işte. Başkasının hayatına dokunmanın güzelliğini kaybetmiş bir hayat…