PEKİ ZEKİ MÜREN DE BİZİ GÖRECEK Mİ?
Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin “sinematograf” adını verdikleri aletle çektikleri görüntüleri 28 Aralık 1895’te, Paris’te yayınlamışlardır. Yayınlanan bu görüntüler, günümüzde ilk film olarak kabul edilen “Trenin La Ciotat garına girişi” filmi. Lumiere kardeşlerin videoyu yayına koydukları anda, kalabalık izleyici kitlesi bir anda paniğe kapılır, trenin kendilerini ezeceğini düşünenler kaçmaya çalışmıştır çünkü. Kısa bir genel bilgi de verip bu bahsi kapatalım; tarihteki ilk Türk filmi “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” olarak kabul edilir. Bu film, haliyle ilk Türk sinemacısı kabul edilecek olan Fuat Uzkınay tarafından, 14 Kasım 1914’te, Yeşilköy’de çekilmiştir. Şu anda kayıtları bulunamamaktadır, ya da varsa dahi benulaşamadım.
Günümüzde her köşe başında bir sinema varken, televizyonların uzun uzun yayınlar yaptıklarına bakarsak; şu kısacık filmin o dönemde insanları ne kadar etkilediğine şaşırabiliriz. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminde “Peki Zeki Müren’de bizi görecek mi?” repliğini neredeyse herkes bilir, hatta iyide espri malzemesi yapanlarımız vardır. Fransızların ilk filmden etkilendiklerinden daha masum bir etkilenme aslına bakarsak. Radyo ve televizyonun yaşamımıza ilk girdiği vakitlerle ilgili anlatılarda, insanların önce radyonun, ardından televizyonun içerisinde bir adamın olup olmadığını kontrol ettikleri söylenirdi. Bu anlatılar gerçek olmasalar dahi kulak tırmalamıyor. Aslına bakacak olursanız bana, bir bebeğin yeni bir durumla karşılaşınca verdiği tepkileri çağrıştırıyor. Şöyle bir sözle karşılaşmıştım; “bebekler dünyaya hayretle bakar”. Kısa ve öz bir anlatım, sadece bebekler için değil yetişkinlerde dünyalarına yeni giren bir şey karşısında hayrete düşebiliyorlarmış; örnek yazının giriş kısmındamevcut.
Son zamanlarda, yeni doğan bebeklerin zeki oldukları herkesçe tekrarlanır oldu. Bebeklere bakıyoruz; telefon gördüklerinde saldırıyorlar, bilgisayar, televizyon onlar için sıradan bir şey, birisi fotoğraf çekmeye görsün poz vermeyi dahi öğrenmişler. Küçük yeğenime bakıyorum, benden daha güzel poz verdiği mutlak –burada küçük bir gülümseme arası verdim-. Halbuki ben yedi sekiz yaşlarında fotoğrafım çekilirken, fotoğrafın lüks bir şey olduğunu düşünürdüm, dudaklarımı sımsıkı kapardım. Bu davranışımın heyecandan olduğunu tahmin ediyorum ki, küçükken fotoğraf çekilirken heyecanlanırdım. Bakınız şimdi bebekler poz dahi veriyorlar. Çocukluğumda eve ilk telefonun geldiğini hatırlarım. Amcam göreve başlayınca babama telefon almıştı. Babam o telefonu zar zor öğrenmişti. Bizlerse ilk başlarda telefona dokunmaktan çekiniyorduk. Zaten babamın da doğru düzgün telefonu kullandığı yoktu. Bir arkadaşıma “Biliyor musun ben bilgisayar gördüm” dediğimi biliyorum, o da “ben bilgisayarın düğmelerine dokundum bile” diye yanıtlamıştı (düğme dedi çünkü; haliyle o zamanlar tuş veya klavye ne demek bilemiyorduk). Biz gençler olarak son nesli anlamakta dahi güçlük çekerken büyüklerimizle yeni neslin farkını kıyas dahi etmek mümkün değil diye düşünüyorum.
Evet dünyanın teknolojik gelişmesinde hızla ilerlediği bir çağa rast geldik. İnsanoğlunun kendi zekasına alternatif şeyler üretmeye çabaladığı, belki de bazılarımızın üretebildiğini söylediği, bir çağ. Sadece bunla da sınırlı değil doğal olan her şeye yapay bir alternatif. Binlerce yıldır doğallıklarla süren yaşam son yirmi- otuz yıldır nasıl bir tıkanma yaşamış olabilir ki, insanoğlu alternatif yapaylara bu kadar ihtiyaç duysun? Her şeyin yapayını üretmeyi başardık diyelim. Peki ya vicdanın yapayını üretebilecek miyiz?
Dedik ki; insanoğlu yeni karşılaştığı durumlara hayretle bakar. Bebeklerin dünyası tamamen hayrettedir. Önce insanoğlunun hayret ettiği anlara hasret kaldık, şimdilerdeyse bebeklerin hayret edişlerini arar olduk. Cümle kurarken bebeklerle çocukların ayrımı yapmakta zorlanıyorduk ara sıra, sonra bir ölüm furyası haline gelen coğrafyalarda bebek, çocuk, yetişkin, yaşlı ayrımını yapamaz(!) oldu insanoğlu. Yeryüzünde yaşamın başladığı günden beri kavga, savaş, cinayet hep oluyordu. İlk defa güçlü güçsüzü ne zaman öldürdü, şudur diyebilir miyiz bilemiyorum. Fakat günümüzde insanların bu durumu hayretle dahi karşılamadığı aşikar. Arakan’da, Doğu Guta’da, Suriye’nin her yerinde, Filistin’de ve son olarak Afganistan’da ölen onca çocuk varken insanlar televizyon programlarındaki acılarla dertleniyorlar, Survivor’da şu mu oldu bu hafta diye söyleniyorlar.
Her şeye hayret etmeyi bıraktık evet, her şey normalleşti dünyamızda sanırım. Fakat çocukların ölümlerini engelleyemiyorsak dahi neden hayretle dahi karşılamıyoruz? Hayatımıza girişini hayretle karşıladığımız, hatta ne olduğuna anlam veremediğimiz cihazın beynimize hükmedişine ne zaman izin verdik?