PENCEREMİN ÖNÜNE ÇİÇEKLER ÇİZDİM

Oldum olası böyleydim: Meraklı, düş kurucu, çenebaz biraz da haylaz ya da netameli. Etrafımdaki her şey, ilgimi çekmek ve onları birer soruya çevirip çevremdekileri illallah ettirmem için bir sebepti adeta. Hatta bir gün sevgili anneciğimi buhranlara sokmuş olacağım ki, “Allah, sana da senin gibi bir evlat versin de gör o zaman böyle sorular uydurmak ne demekmiş?” diye hayıflanmıştı içli içli. Annemi kızdırmayı severdim aslında. Çünkü çok kızamazdı annem, az kızardı, kızmamış gibi kızardı, tatlı tatlı kızardı. Yanakları da kızarırdı. Yanaklarının kızarmasını da çok severdim, benimkiler de kızarsın isterdim ama kızarmazdı. Babama çektiğim için kızarmazmışım, öyle derdi,  inanırdım ona. Kızdığından daha çok da severdi. Sevmesini de severdim. Usul usul severdi, koşa koşa da severdi, zırt pırt severdi, seve seve severdi. Böyle güzel sevmeyi nereden öğrendiğini de merak ederdim hep. Kıskanırdım doğrusu, onun gibi sevmeye çalışırdım ama olmazdı, daha büyümem gerekiyormuş, öyle derdi, inanırdım ona yine.

İnsanlar öleceklerse neden doğardı, mevsimler sırayı bozsa onlara kim kızardı, yapraklar küstükleri için mi dökülürdü,  kuşlar kimin için dans ederdi, sokak lambaları gece uykusuz kalır mıydı,  ağustos ayının ağustos olmasına kim karar vermişti? Öyle tembel, gıcık bir böceğin adının, sıcacık bir aya verilmiş olması oldum olası sinirlerimi bozardı.  Madem bir böceğin ismi verilecek, ben olsam güve kelebeği ayı derdim mesela, onları severdim.  Annem pek sevmezdi, onu ikna edemezdim. Bir defasında ceketimin cebinde renkli leblebiler bıraktığım için dolabıma yuva kurmalarına oldukça öfkelenmiş, beni paylamıştı. Bense minnettar olmuştum. Bu devirde birlikte leblebi yiyebileceğin arkadaşlarının olması güzel bir şeydi. Birlikte yaşayabilirdik, leblebilerimi onlarla paylaşarak fedakarlık da yapabilirdim ama annem izin vermedi. Hem de sessizlerdi güve kelebekleri, sessizliği severdim. Sesliliği de severdim ama sessizliği daha çok severdim. Sorularım da severdi sessizliği ama ben sorularımı sevmezdim. Kimse cevap veremezdi onlara, verseler de beynime söz geçirip ikna edemezlerdi. Beynim beni pek dinlemezdi, başına buyruktu biraz ama ben de biraz yumuşak başlıydım sanırım; merak etmeye, sormaya devam eder, insanları kızdırırdı. İnsanlar bu yüzden sevmezdi beynimi.  İnsanlar bu yüzden sevmezdi beni.  Ben de bu yüzden onları sevmemek isterdim.

Evin en sevdiğim yeri pencerelerdi. En çok onları severdim.  Annemi, babamı, leblebileri daha çok severdim ama pencereleri de çok severdim. Başkalarının pencerelerini de severdim. Gün boyu başında oturup pencereleri izlerdim, kapanan açılan perdeleri gözler, yanan yanmayan ışıkları sayardım. İçindeki hayatları merak eder, hikâyelerini hayal ederdim. Hayal etmeyi de severdim, dünyanın en kolay ve en zevkli işiydi çünkü. Büyüyünce hayal kurucu olmak isterdim, simitçi gibi bir şeydi galiba. Açıkçası tam bilemiyorum, geleceği pek parlak değildi belki de ama çok ayrıntılı da düşünmezdim.  Her hane bir dünyaydı, dünyaları severdim, dünyada kaç tane dünya var bilmezdim ama hepsini severdim. Hepsi değerli, hepsi benzersiz, hepsi güzeldi çünkü. Pencerelerden gelen kokuları koklar, insanların nefeslerini dinlerdim. Pencereler, yaşamanın, hayatta olmanın verdiği minnettarlığın bir parçasıydı sanki. Poyraz vardı mesela, karşı apartmandaki alttan üç sağdan dördüncü pencereden bakan çocuk. Sayılarla aram da iyi değildi esasında, sevmezdim pek, yanlış saymış olabilirim de.  Poyraz, adına yaraşır bir hayat yaşardı. Yerinde hiç durmadığından ara sıra kurtları olduğunu düşünürdüm. Bunu da annemden duymuştum aslında ama bizzat görmediğimden emin olamazdım. Belki de adı Poyraz olduğu için böyleydi. Adı Sütliman olsaydı, böyle olmazdı. Nereden duyduğumu hatırlamıyorum ama bu kelimeyi severdim. Anlamını tam bilemesem de süt içtikten sonra uyumamdan kaynaklı bir durumdan müteşekkil olduğunu düşünürdüm. Babam, “insanlar isimleri ile uyumlu hayatlar yaşar” derdi. Poyraz da, bu yüzden böyle yaşardı, babam yine haklıydı. Aslında babam hep haklıydı. Babam gibi hep haklı olmak isterdim. Poyraz asla annesinin elinden tutmazdı.  Annesi, asla elinden tutmayacağını bilse de ona çok kızar hatta öfke nöbetleri geçirirdi. Poyraz’ın annesini anlardım çünkü ben de bulutları tutamayacağımı bildiğim halde isterdim ama olmayınca da öfkelendiğim zamanlar olurdu. Poyraz’ı da anlardım.  Özgür ruhu kabul etmezdi bedenine vurulacak hiçbir keti, bu annesinin eli olsa dahi. Özgürlük hep göz alıcıydı, göz alıcı şeyleri severdim, özgürlüğümü de severdim. Poyraz’ı da, annesini de anlardım. İnsanları anlardım, anlamayı severdim. İnsanlar beni anlamış gibi yaparlardı.

Babam beni çağırana kadar pencerenin önünden kalkmazdım. Sitemli sitemli beni çağırır, “Kızımızın elinden bir kahve de içemeyecek miyiz yahu?” diye söylenir dururdu. Söylenirdi ama pencerenin önüne benim için çiçekler koyardı. Çiçekleri sevdiğimi bilirdi.  Pencerenin önüne çiçekler koyacak kadar beni sevdiğini de bilirdim. Babamın sesi sevdiğim leblebiler gibiydi; tatlı, çıtır çıtır. Bu yüzden babamın beni çağırmasını da, söylenmesini de severdim. Emekliydi babam, çalışmamaya ayak uydurmaya çalışırdı. Annem bazen emekli olmasına kızardı babamın ama ben hak verirdim, çok çalıştığı için emekli olması anlaşılabilir bir durumdu. Çok çalıştığım zamanlar ben de emekli olmak isterdim. Annemin kahvesinden daha çok benimkini sevdiğini fısıldardı hep kulağıma. Gerçek olmadığını bilirdim ama inanmış gibi yapardım. Gerçek olmadığını bildiğim şeylere inanmış gibi yapmayı severdim.

Babamın seslenmesini bekliyorum yine pencere önünden kalkmak için. Babamın sesi yok. Babamın sedası yok. Saatin tik taklarından başka bir şey çalınmıyor kulağıma. Saate bakayım derken gözlerim ellerime takılıyor. Ellerim, benim ellerim. Buruşmuş, yeşil damarlı, titrek ve güçsüz ellerim. Üzerinde dağlar yükselen, dereler akan ellerim. Bir hayat geçmiş ellerimden, ben unutmuşum. Bir anlığına da olsa unutmuşum, kim olduğumu unutmuşum. Bir tek unutmayı unutmamışım. Tik Tak, Tik tak. Ayağa kalkıyorum üstümde biriktirdiğim tozları küçük bir çalımla silkeleyerek. Etrafa göz atıyorum; saat boş, babamın penceremin önüne koyduğu çiçeklerin saksıları boş, beynim boş, kalbim boş. Tik tak, tik tik tak. Gözlerim boş, kulağım boş, babamın koltuğu, annemin terlikleri boş.  Tak tik tik. Mutfağa yöneliyorum. Mutfak boş, sürahi boş, çekmeceler boş. Bir cezve alıyorum elime, içi boş. Kahve koyuyorum ocağa. Sonra çiçekler çiziyorum penceremin önüne.

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir