SIR

O güne kadar hiç konuşturamamıştım. Sırrıyla alakalı tek söz etmemişti. Fakat gönül deryasında fırtınaların koptuğunu sezinliyordum. Amacım ne yapıp edip bir nebze de olsa bu fırtınaları dindirebilmekti.

Liseden sonra okumak istemediğimden tırda yedek şoför olarak beni yanına aldı. Birlikte uzun yolculuklar yaptık. Balkanlara, Avrupa’ya, Azerbaycan’a, Türkiye’nin dört bucağına. Her yolculukta ne yapar eder, lafı oraya getirirdim fakat yine de kilidi açamazdım. Muhabbeti seven, dolu-boş demeden konuşan adam, o konuya gelince lâl kesilirdi sanki. Sohbetin en koyu yerinde, küçük ama keskin bir virajla direksiyonu o tarafa kırar belki bir anlık dalgınlığından yararlanırım derdim ama yolda ne kadar dikkatliyse, o konuda da o kadar hassastı. Ne kadar uğraştıysam hiçbirinde olmadı. Tam, artık olmayacak deyip vazgeçtiğim bir gece, kilit kendiliğinden düşüverdi.            

Yine uzun bir yolculuğa çıkmıştık. Artık yenilgiyi peşinen kabullendiğimden o konuya hiç girmiyordum. Yol her zamanki gibi güzeldi. Babamın da muhabbetli bir gününe rastlamıştım. Zaten rahmetlinin hangi günü muhabbetli değildi ki? Bazen askerlik, bazen üniversite, bazen gençlik anılarından bahseder; bazen de yanık sesiyle bir türkü patlatır, keyfimize keyif katardı. Tır şoförüydü ama üniversite de okumuş. Tam okumak da denmez aslında. Üçüncü sınıftan terk etmiş. Niye terk ettiğini her soruşumda ağzını sımsıkı kapatır, konuyu değiştirinceye kadar konuşmazdı. Üniversiteyi terk etmesi, sırrıyla bağlantılıydı bana göre.  Yoksa bir insan niye üniversiteyi terk edip de tır şoförü olsun ki, değil mi? Akla mantığa sığmıyor.

Ne olduysa o, insanın içini dışını kavuran haziran gecesi oldu. Sakin bir şekilde yolda seyrederken birden şarampole yuvarlanmış bir aracı çektiklerini gördük. Ambulans, kurtarıcı, polis araçları… Bir sürü kişi etrafı çevrelemişti. Ana baba günüydü. Babamın yüzünü ilk kez böylesine şaşkın, üzgün gördüm. Geçip gideceğimizi zannettim fakat öyle olmadı. Biraz ileriye, yolun kenarına vardığımızda tırı kenara çekti. Hemen inip olay mahalline doğru koşmaya başladı. Sanki akrabamızdan, ailemizden birisi oradaymış gibi. Dayanamayıp ben de ardından koşturdum.

Biz varıncaya değin her şey olup bitmiş. Arabayı şarampolden kurtarmışlar, iki yaralıyı ambulansa yerleştiriyorlardı. Yolun kenarına sere serpe yatırılmış, yüzleri bir bez parçasıyla örtülmeye çalışılmış iki gencin cesedi dikkatimizi çekti. Bıyıkları terlememiş, civanmert, güçlü, kuvvetli bir delikanlıyla belki daha yeni gelin olmuş, gonca gibi bir genç kız. Ömürlerinin baharında, bir nikâh masasında ahitleşirmiş gibi yolun kenarına uzanmışlardı. Sonradan öğrendik ki, bu gençler yeni evlenmişler. Ambulanstaki yaşlılar ise oğlanın ana-babasıymış. Onları memleketlerine bırakıp balayına gideceklermiş. Nasip-kısmet işte…

Dikkatimi çeken şey onlar değildi aslında, babamın onlara bakışıydı. Bir anda kederli, solgun, derbeder bir hale büründü. Biraz önce şen şakrak kahkahalar atan o değildi sanki. Akrabamız değillerdi. Bir tanıdığımız olduklarını da zannettirmiyordum. Öyle olsaydı şayet, bu yaşıma değin çoktan görmüş olurdum. Aslında hiçbirisiydi. Babamın ağzına vurulan kilidin anahtarıydılar.

O gün naaşları kaldırılana kadar başlarında bekledik. Aslında babam bekledi. Ben mecburen bekledim. Yüreğim yanmadı değil o hallerine. Fakat babamınki kadar hiç kimsenin hatta anne babasının dahi yandığını düşünmüyorum. Biçare bir dilenci gibi başlarına çöktü. Bekledi, bekledi, ta ki cenaze aracı gelene dek. Naaşlarını kendi elleriyle taşıdı, uğurladı. Gönlünün sızısı azalana dek orada oturdu. Dinmeyecekti, dinmezdi bu yangın, biliyordum. Ancak hafifleyebilirdi. Sızısı hafiflerken yıllardır buz olup sırrını içinde saklayan dili de çözülmeye başladı.

Anlaşılan o ki, sır ağır gelmeye başlamıştı. Sırrın o çekilmez ağırlığının ancak bir başkasına anlatılmakla hafifleyeceğini biliyordu. Yolun kenarında gecenin hafifçe serinlemeye yüz tuttuğu saatlerde koyu bir muhabbete daldık. Daha çok o söylüyor, ben dinliyordum. Üniversite yıllarına doğru bir seyahate çıktık.

Babam üniversiteye başladığı yıl dedem vefat etmiş. Babaannem, dedemin vefatından sonra meczup olmuş. Ailesine yük olmak istemeyen babam, üniversiteye başladığı yıl iş bulup çalışmaya da başlamış. O zamana değin ne sevdalanmak aklına gelmiş ne de bir yârin kapısını çalmak. “Yazılan geliyor sağ olan başa” dendiği gibi, insanın aklına gelmeyen başına geliveriyor birden.

Final zamanı olan bir gün kampüse gitmek için minibüse binmiş. Bir yandan da işe gidip geldiğinden sınavına pek hazırlanamamış. Koltuğa oturup çalışmaya başlamış. Tabii o telaşla sağına soluna dikkat etmemiş. Yanına kimin oturduğundan bile haberi yok. Kampüste tam inecekleri sıra yanındaki yolcunun kitabını koltukta unuttuğunu fark etmiş. “Kitabınızı unuttunuz.” deyip kitabı uzattığı sırada göz göze gelmişler. O andan itibaren babam için hiçbir şey eskisi gibi olmamış. Kitabı verdikten sonra içinden takip etmek geçmiş ama kendine yakıştıramamış.

Kısmet işte, daha sonra bir gün derse gittiği vakit onu fakültede görmüş. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilememiş. Yanına gidip konuşmak istemiş, ağzı kurumuş. Heyecanla korku arasında alnından terler boşanmış. Ayakta kalmaya mecali kalmamış. Ne yapıp edip sırdaşı olan oda arkadaşına konuyu açmış. Aralarından su sızmayan bir dostlukları olduğundan vazifeyi üstlenmiş. Bir aya kalmadan arkadaşı öğrendiği malumatları ortaya dökmüş. Halini öğrendikçe sevda olmuş sana kara sevda…

Sancı dayanılmaz olunca artık görmenin, konuşmanın vaktidir demiş ama gel gör ki, öyle kolay değil bu işler. Bir yanda tedirginlik, bir yanda korku, bir yanda heyecan. Bermuda şeytan üçlüsü gibi kıskaca almışlar adamı. Ne derler kimi kısmetine yürür, kiminin de kısmet ayağına yürür. Babam, kısmet ayağına yürüyenlerden.

Deniz, derya gibi adamdır. Okumayı, yazmayı, çizmeyi çok sever. Üniversite yıllarında da çok kitap okurmuş. Sahaflarda sık sık kitaplar bakarmış. Tam da sevdanın damarına damarına vurduğu zamanların birinde kafa dağıtayım diye sahafa gitmiş. Gittiği yer de küçücük bir dükkân. Hepi topu on kişi sığacak kadar. Yani senin anlayacağın gelen de görüyor birbirini, giden de. Kader bu ya, o gün de sevdanın saati vurmuş. Kapıdan çıkıp gelivermiş. Babamda yine aynı hal, yine aynı telaş. Tabii, birbirlerini tanımışlar. Dükkân küçücük zaten. Ne tanımamanın imkânı var ne de kaçmanın. Babam ona doğru gidememiş ama o, babama doğru gelmiş. Babamın ona vurulduğundan haberdarmış. Zaten o da abayı yakmış. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur. Kısa bir hoşbeşten sonra babam çay içmeye davet etmekte gecikince teklif ondan gelmiş.

Güzel günler tez geçmiş. Üçüncü sınıfta evlenme kararı almışlar. Kayınvalideyle kayınbaba nur yüzlü, muhabbetli, candan, dünya tatlısı insanlarmış. Ailelerin durumdan önceden haberi olunca onaylamışlar. İkisi de düğünü okudukları şehirde yapmak istemiş. Öyle olunca aileler de kabullenmiş. Düğüne bir hafta kala kız tarafı hep beraber yola çıkmış. Fakat yazık ki, varmak nasip olmamış. Yolda şarampole yuvarlanmışlar. O gün babam için ömrü hayatının en kötü günü olmuş. Bir tek annesi hayatta kalmış. O da felç olarak. Babam onu annesi yerine koyup yıllarca bakmış.

Kaza haberini alınca üniversitede, hatta o şehirde bile duramamış artık. Her şey onu hatırlatır olmuş. Hatta şöyle demişti o gün, “En iyisi kendimi yollara vurmaktı. Acının tek çaresi yine bin bir acıya gebe olan yollar.” O yolculuk diğer yolculuklardan farklı geçti. Kalan kısmında hiç konuşmadık. Geri döndükten sonra sırrı hakkında bir kelam dahi etmeme izin vermedi. Ölümüne yakın yanına vardığım bir zaman içten bir tebessümle izin verircesine başını salladı.

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir