TRENDE BİR GÜN

28.07.2019

Yer yer sarı, yer yer yeşil araziler… Biçilmiş ekinler, günebakanlar, ağaçlar… Hepsi sırayla, aheste aheste geçiyor önümden. Sanki sonsuza uzanıyormuş gibi görünen, koca, mavi gökyüzü eşlik ediyor manzarama. Oldukça uzun bir süre sonra bir şeyin beni içimdekileri yazmaya çağıracağını tahmin etmezken, beni bu kadar mutlu ettiğine şaşırdığım bir tren yolculuğuna çıkmış olduğum gerçeği, sefere 20 dakika kala yataklı vagona aldığım biletimle birlikte yüzüme gülüyor âdeta. Aklıma annemin “sen bir kulun darına yetiş ki Allah da senin darına yetişsin” dediği geliyor. Acaba bir vakit birine bir iyiliğim mi dokundu diye düşünüyorum, gülümsüyorum. Tren yavaş yavaş ilerlerken, kulaklığımda Neşet Ertaş’tan tekrar tekrar çalan “Sen Benimsin Ben Seninim” türküsü eşliğinde daha da keyiflendiğimi hissediyorum. Birden sıcacık oluyor bütün hücrelerim.

Tüm ulaşım araçlarıyla seyahat etmiş biri olarak söyleyebilirim ki, tren yolculuğunun bende oluşturduğu hisler çok farklı ve bunu uzun zaman sonra tekrar hatırlamış olmak garip hissettiriyor. Küçük bir çocuğun karla ilk buluşmasındaki hayranlık, yaşlı bir dedenin yıllar sonra salıncakta sallanırken yaşadığı mutluluk, hayalini kurduğu duası kabul olmuş bir kişinin huzuru nasıl ise, ben de sanki benzer duyguları seziyorum kendimde. Bunu fark edişim geç mi erken mi bilemiyorum ama bu seferkinin daha öncekilerden farklı olduğunu hissettiğimden, zamana dair konuşamıyorum.

Trende olduğum süre boyunca hemen hemen bütün gün ayakta durup, koridordaki koca camlardan dışarıyı seyredişimden yola çıkıyorum. O tarafın manzarasını daha güzel ve de koridorları daha sessiz buluyorum. Hem zihnen hem de bedenen yorucu bir süreçten çıkmış olmamın ve fikrimce içgüdüsel olarak insanın en temel ihtiyaçlarından olan yola çıkma ihtiyacının da etkisiyle böyle hissettiğimi düşünüyorum. Yoksa her gün binlerce insanın, yüzlerce farklı güzergâha, hepsi birbirinden farklı dolu sebeple yaptığı benzer seyahatlerden ne farkı olabilir ki? Bunu soruyorum ama yine de farklı olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Tren yolculuklarına dair tanıdık anılar birikiyor zihnime. Hepsi de çocukluğumdan kalan anılarım. Anneannemlere gitmek için teyzeler, kuzenler hep birlikte trene binişimiz, çocuğuz diye bize bilet alınmadığından vagondaki boş koltuklara sahipleri gelmesin diye dua ederek oturuşumuz, trende ekmek arası peynirle domates yiyişimiz, gece yarısı serinliğinde memlekete varışımız, gündüzleri tek başımıza gitmemize izin verilmeyen o bomboş çarşının içinden geçişimiz, gecenin serinliğinde eve koşup apağır yorganların altına gülüşerek girişimiz… İçinden tren geçen bir yerde büyüyen annemden, teyzelerimden hikâyeler dinlerdik. Trenin arkasından koşuşlarını, geçen her trene el sallayışlarını, her sabah 4’te gelen ekspresin -dedemin deyişiyle ekispires- düdüğünü, Necmiye halanın trenin altında kalan oğlunu…

Tren yolculuğu yaparken, gün aydınlıkken gördüğüm güzelliklerden akşamları mahrum kalıyorum diye üzülmüyorum. Çünkü merak ettiğim başka şeyler oluyor. Çocukken yaptığım gibi yapmaya başlıyorum. Önünden geçtiğim, uzak yakın her eve kendimce misafir oluyorum. Biz ağır ağır ilerlerken gördüğüm, ışığı yanan evleri hep merak ederdim. Şu küçük evin içinde kimler yaşıyor, hayatları nasıl, mutlular mı, şu anda ne yapıyorlar? Hepsinin mutlu aileler olmasını dilerdim. Zihnimde o an hep birlikte çay içip sohbet ettikleri, belki bir televizyon programını izlerken birbirlerine bakarak aynı anda güldükleri canlanırdı. Birlikte çay içmenin, mutlu olmaya yettiğini düşündüğüm zamanlardı galiba. Şu anda da farklı düşündüğümü söyleyemem aslında. Birlikteyken mutsuz olan insanlar, toplanıp çay içemezlermiş gibi geliyor çünkü. Aksi bir durumda o muhabbet samimi bir muhabbet olamazmış gibi. Şu an içinde olduğum yolculuk bile o insanları mutlu edemez, etmeye yetmezmiş gibi…

Zaman ilerledikçe gözlerimin ağırlaşmaya başladığını fark ediyorum. Yatağımı serip biraz kitap okumak ve ardından uyumak için hazırlanıyorum. Son anda planlanan, bileti son anda alınan bu yolculuğa çantamda Mustafa Kutlu’nun Tirende Bir Keman kitabıyla gelmiş olmak beni bir başka mutlu kılıyor. Gücüm yettiğince kitaptan birkaç sayfa okuyorum. Ardından normalde yerini yadırgayan, misafir gittiği yerlerde ilk gece uyumakta zorlanan biri olarak, kulağıma ninni gibi gelen tren sesiyle ummadığım kadar güzel bir uyku çekiyorum.

Son olarak bu seyahatte bana yarenlik eden kitaptan beni etkileyen bir paragrafı sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Günler hep böyle geçecek, güneş hiç batmayacak, neşe de keder de hep aynı kalacak sanırız. İnsanoğlu aldanıştadır. Güneş batar, yağmur kesilir, kuşlar yuvalarına çekilir. Hiç ummadığın anda bir dalga gelip kayığı devirir.”

Bitmeyecekmiş gibi gelen, beni yorduğu kadar öğreten ve de pişiren bir süreç sonunda bu denli huzurlu hissetmeme vesile olan yola şükranlarımla…

Deruhte Dergi

Deruhte Dergi, kendini içinde bulunduğu işin tamamından mesul görenlerden oluşur. Biz işin bir ucundan tutarak vicdanını rahatlatmayı başaramayanlarız. Edebiyatı umut ve kaygı ile seyrediyor ve bu kaygının diri tutulmasını umudumuz adına önemsiyoruz. Yazmayı salt ‘vakit öldürme aracı’ veya piyasaya(!) ürün sunma imkânı olarak görmemekte ısrar ediyoruz. Deruhte Dergi ekibi, ismiyle müsemma olmayı en büyük paye kabul eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir