ULAN DAVUT!
İsmet Efe’nin çenesi, yasladığı bastondan bir anlığına kayınca şekerlemesi dağılıveriyor. Biraz ilerideki çeşmenin hemen yanıbaşında sayıları onu bulan cırtlak sesli kazlar, hedefe koydukları arkadaşlarına acımasız gaga darbeleriyle saldırıyorlar. Kazların çığlıkları meydandaki bayrak direğinin boyunu da geçerek arşa yükseliyor. İsmet Efe, yaşlılığın verdiği, boğazını rahatsız etmeyen ama sesinin çatallanmasına neden olan o hırıltıyla karışık, anlamsız sesler çıkartarak bağırıyor. Kazları bu ikaz korkutmuyor. Çünkü Efe’nin bağırtısı onların çığlıklarını bastırmaya yetmiyor bile. Efe, ağır hareketlerle sandalyesinden kalkıyor. Eğilip yerden irice bir taş alıyor. Hınçla kazlara doğru fırlatıyor. Ama o da ne? Taş yarı yolu dahi bulamıyor. Mecbur, Efe’yi ayağına çağırıyor kazlar. Efe, kazların sahibi Güllü bacısına söylene söylene bastonunu iyice baskılayarak yürüyor. Biraz evvel fırlattığı taşa ulaşınca onu yeniden eline alıyor, aynı hınçla tekrar fırlatıyor. Bu sefer kazlardan birisi kanatlarını hızla ve acıyla kaldırarak sürüden ayrılıyor ve çeşmenin yanındaki yoldan aşağıya doğru koşmaya başlıyor. Sürünün dikkati böylece tek başına kalan gariban kazın üzerinden diğerine kayıyor ve doğruca onun peşine takılıyorlar. İsmet Efe kazandığı galibiyetin gururuyla sandalyesine -şezlong mu demeliydik yoksa?- geri dönüyor. Biraz evvel en tatlı yerinde bıraktığı şekerlemesine devam ediyor. Güneşin bu mevsimdeki tatlı yakışları İsmet Efe’nin ağrıyan kemiklerini okşuyor sanki. Bu haz, onun güzel bir gün geçirmesini sağlıyor. Efe bir ara sağ gözünü şöyle bir açıp etrafı gözlüyor. Okul servisi geliyor bu sefer. Servisin ağır ağır açılan kapısından ufacık başlar zorluyor dışarıyı. Efe bu durumdan pek hoşnut gözükmüyor. Birkaç serseri çocuk, önlüklerini çıkarıp onları çantalarına teptikten sonra fermuarlarını bile çekmeye tenezzül etmedikleri çantaları trafonun yanına uzaktan fırlatıveriyor.
“Vay, şu veledizinalara bak sen!”
Efe’nin nereden çıktığını anlayamadığı bir yerden, sonradan içine plastik top konduğu belli olan bir kames top çocukların ayakları arasında gezinmeye başlıyor. İşte işte! Şimdi topa vuran, kardeşi Güllü’nün torunu Melih.
“Bu da serseri olup çıkacak başımıza.”
Sert bir şutla kalede duran Berat’ı haklayan da kahvecinin torunu Mehmet. Kahveci dediysek, eskidenmiş o. Şimdi kulakları duymuyor, elleri tir tir titriyor. Kendine bile çay doldurup içemiyormuş şimdi. Hanımından almıştı bu haberi. Pipetle içiriyorlarmış çayı, suyu…
İsmet Efe iç geçiriyor. “Allah kimseyi o hâle düşürmesin” diye çıkarına düşen duayı edip uykusunu devam ettirmek istiyor. Efe’nin uykuya dalmasıyla Davut’un keçilerine seslendiği “ayt ayt heyma heyma cibiş cibiş” seslerini işitmesi bir oluyor. “Bu sefer iyi uyumuşum ha!” diyor kendi kendine. Oturduğu yerden kalkmaya çalışıyor. Ah! O da ne? Kafasını bir tahtaya vuruyor. Hâliyle, merakla karışık, bir gözünü kısarak başını yukarı kaldırıyor. Açık olan gözüne toprak taneleri düşüyor. Acıyla kıvranıyor yerinde, gözünü kaşımaya çalışıyor ama onu sarmışlar. Bebek kundaklar gibi, sımsıkı sarmışlar!
İmamın sesi geliyor yukarıdan “Yâ siiin! Vel kur’ânil hakîm.”
Yakışıksız bir ses dikkatini dağıtıyor olacak ki imam tekliyor, “ayt ayt heyma heyma cibiş cibiş.”
İmam dikkatini toplayınca kaldığı yerden devam ediyor. İmamın sesini Sabri’nin kart sesi bastırıyor bir anlık. Belli, birini azarlıyor. “Ulan Davut! Şimdi burada keçi gütmenin zamanı mı? Cenazeye de mi saygın yok bre beynamaz!”