YİTİRMEK ÜZERİNE
Vedalar edildi, sözler verildi. Tahta bavulunu aldı eline. İçinde anasının tarhanası, hanımının çöreği ve arkasında babasının duasıyla… Doğduğu, yıllarca yaşadığı eve, ilk adımlarını yeni atmış küçük kızına, hamile karısına, ana babasına döndü, son bir kez bakıp adımını attı avlunun dışına. Köyün tozlu yollarından dolana dolana indiği tren istasyonundan onu Sirkeci’ye ulaştırıp vatanından koparacak o yolculuğa çıkmak üzere kara trene bindi. Çocukken belki de neşeyle, ıslıklarla geçişini izlediği trenin yıllar sonra onu alıp adını bile söyleyemediği topraklara götüreceğini nereden bilebilirdi? Her gün gördüğü yüzleri yıllarca hasretle hatırlayacağını, çocuklarını doğumlarından aylar sonra görebileceğini nereden bilebilirdi? Ve de koskoca şehirde, onca insanın içinde, yalnızlığı iliklerine kadar hissedeceğini…
Ailenin en büyük çocuğuydu Âdem. Yeni evliydi. Zehir gibi işlerdi aklı fakat hoca babası Köy Enstitüsü’ne göndermemişti. Başlarına komünist kesileceğinden korkardı. Okumadı ilkokuldan sonra. Öğretmen olamadı. 25 yaşına geldiğinde bir karar verdi. Bakması gereken bir ailesi, okuyacak kardeşleri vardı. Tazecik delikanlıydı. Tarla sürerek nereye kadar diye düşündü kendince. Hem herkes gidiyordu. Çalışıp, cebi dolunca dönerdi birkaç yıla. Nasıl olduysa çıktı bir kere bir yola, ömrünü tüketeceğinden habersiz.
Uzaklaşırken ait olduğu yerden, ne hissettiğini bir Allah bilirdi bir de diğerleri. Ahmetler, Mustafalar, Veliler… Hikâyesi farklı, yolu aynı olanlar. Sıkışmış mıydı yüreği, tren düdüğü acı acı çınlamış mıydı kulaklarında, atlayıp aşağı deli gibi koşmak istemiş miydi, içini kemirmiş miydi pişmanlık da yine de yığılıp kalmış mıydı koltuğuna? Ve acaba dilemiş miydi gerisin geri dönmeyi?
Tam 2 yıl… Dönemedi memleketine. Sonra onlar, yirmiler eklendi üzerine. Daha nice kalışlar, nice dönüşler vardı önünde. Çalıştıkça bedeni mi yorulmuştu, ruhu mu bilemedi. Düşünmeye mecali mi vardı? Düşünse ne olacaktı? Acımasızlığı vuracaktı yüzüne şu gurbet denen kırbacın. Sonra dönüp bir kürek daha sallayacaktı önünde yanan kömür ocağına. Yüzü gözü kavrulacaktı da gıkı çıkmayacaktı. Cebine giren her bir kuruşa anlatacaktı sabrını.
Yorgunlukla çıktığı bilmem kaçıncı vardiyasından dönerken akan nehri izlemişti. Akmayan ne vardı ki zaten? Bazı günler elini kolunu bağladığını sandığı, canına yandığı şu nankör zaman bile süzülüp gidiyordu. Sertleşmiş ellerine baktı, daha kaç yıl buradan böyle yalnız geçeceğini düşündü. Kolay olacak dememişti kimse, farkındaydı. Derin bir iç çekti sırtını dönerken nehre. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Nereye vardığını anlayana, oturup soluklanmayı akıl edene kadar.
Hafif bir rüzgâr esti. Sonra bir koku… Allah’ım… Bir koku, bir insanı alıp yüreğinde onca yarasıyla gizlendiği tüm o yerlere götürebilir miydi? Götürmüştü. Ayaklarının onu götürdüğü o istasyondan, oturduğu o banktan alıp penceresinde dantelli perdeleri, divanında kan kırmızı örme halısı, içinde patates pişen sobasıyla sıcacık yuvasına götürmüştü. Ayşe’sinin kokusuydu bu. Yuvasının, yavrularının anasının, hasretlik çektiğinin… Hayır, yanmıyordu içi. Aniden zihnine dolan bu koku içini ürpertmişti. Artık kavrulan bir çölün ortasında dahi olsa tir tir titretecekti onu bu hasretin soğuğu.
Ne yün yorganlar ne kalın kazaklar… Kat kat ranzalarda, kat kat çaresizlik örttü üstünü onca yıl. Ne senede bir ziyaretler ne de heybesine dolanlar avutabildi onu. Yıllar sonra bir ihtiyar olarak döndüğünde evine, yitirdikleriyle yüzleşti. Elde ettiklerinin bu kayıp karşısında ne ehemmiyeti vardı? Hangi evladının ilk sözcüğüydü baba? Ayşe eksikliğini en çok ne zaman hissetmişti? Hangi bayram sevinci buruk kalmıştı bir mektubun satırlarında?
30 yılı aşkın süren gurbet serüvenini bitirip evine döndüğünde her şeyi değişmiş buldu. Değişmemesi mümkün değildi. Evi taşınmış, çocukları evlenmiş, torunları olmuştu. Babası rahmetli olmuş, anası iyice yaş almıştı. Çalıştığı zamanlardan ona miras kalan hastalıklarıyla, emekli bir dedeydi artık. Torunları onun olduğu odaya girmeye çekinir, kapıdan gizlice bakıp kaçışırlardı. Yalnızlığa alıştığı hayatına girmeye çalışırlarsa eğer kızacağından korkarlardı. Âdem de bilirdi bunu, ses çıkarmazdı. Herkesin onsuz, onun da herkessiz alışılagelmiş bu düzenine itiraz etmezdi. Yıllar önce gitmiş, yıllar sonra geri dönmüş, yalnız zamanlarında yeterince düşünmüştü. Sokağın karşısındaki camiden gelen ezan sesi odayı doldururken, “Verilen her kararın, ama iyi ama kötü bir karşılığı vardır.” dedi kısık sesle kendini ayıplar gibi.
Vedalar edildi, sözler verildi. Tahta bavulunu aldı eline. İçinde yitip giden gençliği, özlemleri, düşleriyle…
Kurgu güzel, eline sağlık… Bazı bölümler gerçeğe yakın olsa daha güzel olurmuş. Tebrikler…